İnsanlığın Müzikle Tanışması ve Müzikle Yolculuk Üzerine

/ / GÖRSEL SANATLAR VE MÜZİK

İnsanlığın kelimeleri ifadesinin, kısıtlı gücünün yetmeyeceği ama denemeye değer uçsuz bucaksız bir dünyadan bahsetmeye geldim size: Müzik ve yolculuğumuz. Bu sınırsız alanın -ki “alan” kelimesi, sınırları olan parça, yüz ölçümü anlamına gelmektedir- yani müzik kavramının kelimelerle ifadesinde bugün, ben dahil birçok insan zorlanmakta ve zorlanmaya da devam etmektedir. Kelimelerle her şeyi ifade edebiliyor olsaydık müziğin doğuşunu ve hayatımızdaki varlığını bir hayli sorguluyor olmalıydık. Sizi müziğin doğuşuna (veya onu fark edişimize), terapötik etkilerine, nörobilişsel araştırmalarına, çok temel ama hala gizemli olan yapı taşlarına ve bugünkü konumuna dair minik bir yolculuğa çıkarmak isterim. Hazırsak başlayalım.

“Doğ-mak: toġ-/tuġ- 1. yükselmek, çıkmak, 2. (güneş, yavru) doğmak”

Müziği insan mı doğurdu yoksa müzik, zaten var olanın keşfi miydi?  İnsanlık, vahşi doğada var olabilmek, doğaya ayak uydurabilmek ve kimi zaman da sınırlarını çizmek için müziği “keşfetti”. İnsanlıktan önce milyonlarca türün var olduğu kuşkusuz. Dolayısıyla insandan önce var olan kuşların melodik dizileri, aritmik ve bazen de ritmik su sesleri ve nicesi müziğe işaret değil miydi? İnsan, farkındalık yaşadı ve bu farkındalığa “müzik” dedi, onu yüzyıllarca geliştirdi ve evrimleştirdi. Fakat doğadan, yani kavramının kaynak aldığı yerden esinlenmeyi hiç bırakmadı.

Özgünlük, işin en başında taklit gerektirir. İnsanlar da doğada duydukları sesleri taklit ederek bugüne geldiler. Örneğin bir şaman ritüeli olan “sırlara erme” eylemi, doğa seslerinin taklidi ile müzik icrası temelli bir eylemdi. Şaman genç aşıklar, “tarasun” isimli şarap benzeri içkiyi içerlerdi. Tarasun, onlar için “hayat suyu” idi. Şamanların mistik ritüellerinden birisi olan sırlara erme ritüeli, doğanın sesini dinleme ve doğayı taklit ederek duydukları seslerle türkü söylemeleri ile son bulurdu. Türküler ile; göksel sevgili ile buluşulduğuna, birtakım gizli güçlere sahip olunduğuna, sonsuz hayata kavuşmaya yaklaşıldığına inanılırdı. Daha da geriye gidecek olursak İlk Çağda dahi müziğe rastlayabiliriz.

Müzik tarihi araştırmacılarının ayrıldığı iki teori sistemi vardır: Biyolojik ve linguistik teoriler. İlk Çağ müziğine dair biyolojik teoriler, insanın doğa ve hayvan seslerini taklit etme yeteneğiyle müziği ürettiğini ve de geliştirdiğini, linguistik teoriler ise müziğin, “manzum konuşma” yani şiir-hikayelerden türediğini öne sürmüşlerdir. Bildiğimiz üzere İlk Çağ uygarlıklarında insanlar kendilerini savunmak ve de korunmak için kullandıkları aletler ile doğanın seslerini taklit etmeye başlamışlar ve bir ses bütünlüğünün oluştuğunu fark etmişler. Bu taklitler ile yarattıkları melodileri, tıpkı diğer canlılar gibi tabiata hâkim olmak, kendilerini koruma altına almak ve kimi zaman da büyüler/tapınma ritüelleri için kullanmışlar.

19.yüzyıl müzik tarihi araştırmacılarına göre bilinen en eski müzik yapıtı kalıntısı 3000 yıl önce Hindistan’da doğan “Veda İlahileri”dir. Kütük ve hayvan derilerinden yapılan enstrümanlarla oluşturulduğuna inanılan bu ilahiler, bugün bizlere müziğin insan kadar eski ve de ötesinde insandan daha eski olduğunu fiziken kanıtlamaktadır. Müziğin kuramsal doğuşuna bakacak olursak Eski Yunanlara doğru gitmemiz gerekecektir. Antik Yunan mitolojisine göre Zeus, Mnemosyne ile 9 günlük bir kaçamak yaşar ve anlatıma göre bu gecelerin her birinden Mnemosyne’den bir kızı olur. Zeus’un bu 9 peri kızlarına “Muse”ler denir. Bu kızların her biri bilgi ve sanatın koruyucuları olarak anılır ve bilinirler. Bu bilgi ve sanatlara “Muselerin beceriler”i denilmekte ve “Müzik” (Museike) Yunan mitolojisine göre buradan gelmektedir.

Binlerce yıl öncesinden hayatımızın her noktasına entegre olan müzik kavramına biraz da psikolojik ve sosyolojik olarak yaklaşmaya çalışalım. Üzgünlüğümüzü yaşarken lirik ezgilerle besleriz ruhumuzu. Öfkeliyken metal müzikle duygumuzu yaşadığımız olur. Huzurlu bir ânımıza arkadan ruhumuzu okşayacak hafiflikte bir müzik eşlik etsin isteriz. Peki müziğin gerçekten kanıtlanmış terapötik etkileri var mı? Evet var! Çokça hem de. Yalnızca gündelik problemlerimize eşlik etmesinin yanında patolojik vakalarda da terapi amaçlı kullanılan bir yolu var müziğin. Şizofreni ve alzheimer hastalarında, psikozları olan hastalarda, halüsinasyonlar yüzünden hayatına devam edemeyen birçok hastada denenen, uygulanan ve de kanıtlanmış bir yol var: “Müzik terapi”. “Music and the Brain: Disorders of Musical Listening”” makalesinde pskiyatris Lauren Stewart şöyle diyor:

“Temel ve klinik nörobilimden elde edilen kanıtlar, müzik dinlemenin farklı beyin substratları (biyokimyada enzimlerin tepkimelerinde işlenen maddelere verilen isim) ile birçok bilişsel bileşeni içerdiğini öne sürmektedir. Literatürde bildirilen hasta vakalarını kullanarak, müziğin algısal ve bilişsel analizinin ve duygusal etkisinin sistematik olarak değerlendirilmesine dayanan bir yaklaşım geliştirdik. Bu yaklaşımın en değerli amacı, hem müzikal dinlemenin kazanılmış ve doğuştan gelen eksikliklerini dile getirmek hem de işitsel halüsinasyonları olan hastaları iyileştirmektir.”

Alzheimer gibi hafıza problemlerine sahip insanlar üzerinde yürütülen çalışmalar, müzik aracılığı ile oluşturulan nöral hafıza izlerinin nörödejeneratif etkilere daha dayanıklı olduğunu ve beyne derinlemesine yerleştiklerini göstermiştir. Tek tek, rastgele tanımlanmış olan deneylerde ortaya çıkan buluntular, müzik terapisinin depresyonlu hastalarda işlev gösterdiğini ve duygu durumu bozukluklarının tedavisinde ilerleme yarattığını göstermektedirler (Maratos et al, 2008). Dahası, müzik terapisinin, otizm spektrumu gibi nöropsikiyatrik bozukluklarda, sezgisel açıdan olsa da potansiyel uygulanışlarının, duyguları canlandırmaya yönelik psikoterapötik kullanımlara sebep olduğu görülmüştür.

Peki nedir müzik terapi? Ve ne zamandır hayatımızda? Tarihin ilk dönemlerinde şamanlarla başlar müziğin terapötik kullanımı. Antik ve Orta Çağ’da Batı medeniyetlerinde de etkisini gösterir. İslam medeniyetinde Sufilerin ilgi gösterdiği müziğin iyileştirici gücü, Osmanlı ve Selçuklu döneminde de devam eder. 20. yüzyıla gelindiğinde II. Dünya Savaşı’ndan çıkan yaralı askerlerin kaldığı hastanelerde müzik kullanımının başlamasının sonrasında bu uzmanlık dalının farkına varılır ve de 1960’lı yıllarda müzik ile tedavi uzmanlarının arttırılmasına ve kapsayıcı bir eğitim almalarına yönelik çalışmalar başlatılır. Böylelikle müzik terapi, sistematik olarak uygulanan bir disiplin haline gelir. Dünya Müzik Terapisi Federasyonu (WFMT) müzik terapiyi şu şekilde tanımlamaktadır:

“Müzik terapisi, bir müzik terapistinin bir danışan (client) veya grupla, onların fiziksel, duygusal, zihinsel, sosyal ve kognitif ihtiyaçlarına karşılık verebilmek adına iletişim, diyalog, öğrenim, mobilizasyon, ifade, organizasyon   ve bunlarla ilişkili diğer terapötik amaçları gerçekleştirebilmek ve kolaylaştırmak amacıyla planlı bir süreçte müzik ve/veya müzikal unsurları (ses, ritim, melodi ve armoni) kullanmasıdır.”

Terapötik etkilerini yadsıyamayacağımız müziğin çözülemeyen sırları var mı peki hala? Bir enstrüman çalıyorsanız majör ve minör akorlar arasındaki farkı biliyorsunuzdur. Hatta enstrüman çalmıyor, vokalle ilgilenmiyor olsanız dahi müzik dinliyorsanız bu farkı bildiğinize eminim. Majör akorlar, kök sesin üzerine büyük üçlüsünün eklenmesi ve büyük üçlüsünün üzerine de küçük üçlü eklenmesiyle triad şeklinde oluşur. Minör ise sıralamanın tersi; kök ses, küçük üçlü ve büyük üçlü triadı. Majör akorlar daha neşeli, daha net, kararlı, pozitif olarak tanımlanırken minör akorlar daha depresif, üzgün, karamsar ve boğucu bulunur.

Nasıl oluyor da majör ve minör diye bir ayrım yaratılıyor ve bu ayrım tüm müziğin kaderini belirliyor? Bunun cevabı biraz fiziksel, yani o notaların çıkardığı ses dalgalarının beynine gönderdiği titreşimler ve uyarıların vücudunda gerçekleştirdiği kimyasal değişimler. Her sese her seferinde yeni bir algı ve yeni bir cevap oluşturmaya çalışan bir beynimiz var. Kulağımıza gelen ses dalgalarının kulağın içinde yarattıkları titreşimler sonucu sinyaller oluşuyor ve bu sinyaller beynimize iletiliyor. Farklı titreşimler farklı sinyaller demek. Farklı sinyaller ise farklı kimyasal değişimler. Dünya üzerinde yürütülen birçok araştırma gösteriyor ki majör akorlar ve minör akorlar beyinde farklı kimyasal tepkimelere yol açıyor ve birçok insanın beyninde bu tepkimeler benzerliklere sahip.

Majör akorların daha pozitifliği, minör akorların ise negatif hisleri ifade ettiğini söyledik. Peki burada şunu da sorgulamak isterim: Do minör ile la minörü birbirinden bu kadar farklı kılan, dinletildiğinde insanlara farklı hissettiren nedir? La ve do aralarında 1.5 ses aralık olan iki nota. La minör, la sesi üzerine kurulan minör dizisi. Do minör ise do sesi üzerine kurulan, la minördekiyle aynı düzende ve aralıklarla giden minör dizisi. İşte burada “nota karakteri” dediğimiz kavram dünyamıza giriyor.

Ohio Üniversitesi müzik bölümü sınav soru ve cevaplarına bakarak yanıtlarsak: Belirli müzikal notaların kendine özgü sübjektif bir kaliteyi veya duyguyu çağrıştırmasına nota karakteri deniyor. Örneğin, E (Mi) majör, parlak ve delicidir. 18. yüzyılda yazılmış pek çok teorik kaynakta, belli duygular veya davranışlarla müzikal notalar arasında bağlılık olduğundan bahsedilmiştir. Bu kaynaklar kendi aralarında çelişkili olsa da her bestecinin farklı nota kalıplarına farklı anlamlar yükleyebildiği bilinmektedir. Mesela Johann Mattheson’a göre D (Re) majör tiz ve inatçı iken, Rousseau’ya göre şenlik ve parlaklığı çağrıştırır. Birkaç farklı kaynaktan, büyük müzisyenlerin bu tonlara nasıl baktığına göz atalım.

Christian Schubart’ın 1806 tarihli Ideen zu einer Aesthetik der Tonkunst isimli kitabında yazanlara göre:

C major: Tamamen saf. Masumiyet, basitlik, saflık karakterlerine sahiptir. Çocukların konuşmaları gibi.

C minor: Sevgi beyanı ve aynı anda mutsuz bir aşk için söylenen ağıt. Baygınlık, özlem ve aşk hastalıklarını anlatır.

A major: Masum aşk beyanları, işlerin gidişatından memnun olma, ayrılık esnasında duyulan sevdiğini yeniden görecek olmanın heyecanı, gençlik neşesi ve tanrıya güvenme.

A minor: Dindar bir kadınsılık ve onun şefkati.

Aynı akorlara farklı bir kaynaktan yeniden bakalım. Yazar Charpentier, kitabı Regles de Composition:

C major: Mutlu ve savaşçı.

C minor: Belirsiz ve üzgün.

A major: Neşeli ve pastoral.

A minor: Hassas, nazik ve ağlamaklı.

Son bir kaynak ise Hermann von Helmholtz’un Tonempfindungen kitabından:

C major: Saf, kesin, kararlı, masumiyetin ifadesi, güçlü niyet, erkek ciddiyeti ve derin dini duygu.

C minor: Ölüm teması, sona yaklaşım duygusu.

A major: Çocukların oyunlarının verdiği hissiyat, atiklik, gülümseme.

A minor: Ağır ağdalı aşklar, gözyaşları, kavuşamayan aşıklar.

Görüldüğü gibi birçok farklı sanatçı aynı akoru ve aynı diziyi çok farklı yorumluyor. İşte bu noktada hayal gücü, yaratıcılık ve duygu dünyası devreye giriyor. Müzik terapilerinde de spesifik olarak belli bir ton seçildiği ve hastaya 1-2 saat süren o tonu içeren eserler dinletildiği oluyor. Her bir notanın farklı dünyalara kapı açtığına hem fikir miyiz?

Müzik sihirli olduğuna inanılan nadir şeylerden. İster ağıt ister ninni ister bir pop parçası ister Beethoven’dan bir sonat ister dini ilahiler ister bir meditasyon müziği veya ister bir perküsyon partisi hayal edin. Tüm insanların, dünya üzerindeki her insanın, din dil ırk farkı gütmeksizin aynı dili konuşabileceği ve duygudaş olabilecekleri nadir yerlerden müzik. Ben size müziğin doğuşuna dair mini bir tarih, etkilerine ve sırlarına dair mini bir kapı aralamak istedim. O kapıyı ardına değin açmak ve bu dünyada kaybolmak sizin elinizde. Pişman olmazsınız.

Müzikle kalın!

Kaynakça:

1-MİMAROĞLU, İlhan, Müzik Tarihi, Varlık Yayınları, 1999

2-THEAUT, Michael, Handbook of Neurologic Music Therapy, OUP Oxford, 4 Ağustos 2016

3-DORF Samuel ve MACLACHLAN Heather, Anthology to Accompany Gateways to Understanding Music, Routledge, 31 Aralık 2020

4-STEWART, Lauren, Music and the brain: disorders of musical listening, Issue 10, October 2006, Pages 2533–2553

5-https://akjournals.com/view/journals/2054/aop/article-10.1556-2054.2019.027/article-10.1556-2054.2019.027.xml

6-https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/26896913/

Kapak Görseli: https://id.pinterest.com/pin/128634133084905333/

Görsel 1: https://tr.pinterest.com/pin/289285976063185444/

Gülçin ÇETİN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir