![Darwin’den Önce; Eski Yunan’da Evrim Düşüncesi](https://www.alegoridergi.com/wp-content/uploads/2022/09/Darwinden-Once-Eski-Yunanda-Evrim-Dusuncesi-420x280_c.jpg)
Giriş: Evrim Düşüncesine Genel Bir Bakış
Evrim dendiğinde ilk akla gelen “biyolojik evrim”, yani canlıların evrimi olsa da aslında kavram bundan çok daha geniş bir kapsama sahiptir. En basit tanımıyla zaman içerisindeki değişim anlamına gelen evrim sözcüğü, bu bağlamda jeoloji, paleontoloji ve astronomi başta olmak üzere birçok bilim dalında bir terim olarak kendine yer bulur1. Biyolojik evrim ise kısaca canlı popülasyonlarının özelliklerinde zaman içinde görülen değişim2 ya da bir toplumun gen sıklıklarında bir kuşaktan diğerine görülen değişim3 olarak tanımlanabilir.
Evrim, yeryüzünde neden bu denli farklı canlı olduğu sorusuna bilimsel bir açıklama sunar, bu canlıların hem dış görünüşleriyle ilgili hem de genetik alt yapılarıyla ilgili benzerlik ve farklılıkları değerlendirir, türümüzün kökenini ve yeryüzündeki diğer canlılarla olan bağlantılarını açıklar, kısacası milyarlarca yıllık geçmişimize ışık tutar. Bununla birlikte baş döndürücü bir hızla evrilen bakteriler, virüsler ve diğer patojenik canlıların yapılarını açıklayıp türümüzü bu organizmaların yol açtığı hastalıklara karşı korumak için etkili yollar geliştirilmesine olanak verir1. Bu bağlamda evrimi anlamak, yalnızca geçmişimiz için değil geleceğimiz için de büyük bir önem taşımaktadır.
Evrim düşüncesi her ne kadar ünlü 19. yüzyıl doğa bilimcisi Charles Darwin ile bağdaştırılsa da yeryüzünde canlıların ortaya çıkışını açıklamaya çalışan mitolojik anlatılar Çin, Hindistan ve Mezopotamya uygarlıklarına kadar uzanmaktadır4. Ancak bu dönemlerde ortaya çıkan anlatılar, içlerinde doğa üstü birçok öğe barındıran ve bilimsellikten epey yoksun olan anlatılardır. Durum böyle olunca tarihteki ilk evrim düşüncesinin, aynı zamanda bilimin de doğduğu topraklar olan Eski Yunan uygarlığından çıktığını söylemek gerekir. Eski Yunanların ardından Orta Çağ İslam bilginleri ve sonunda da Rönesans sonrası Avrupalı bilim insanları, yeryüzündeki canlıların değişimi ve dönüşümüyle ilgili çalışmalar yapmış, kendinden önce gelen kişilerin düşüncelerini ileri taşımıştır.
Bu yazı dizisinin ilk bölümünde bilimin doğduğu topraklara, Eski Yunan uygarlığına uzanacağız. Bugün yurdumuz sınırları içerisinde yer alan Miletos’ta başlayan bilimsel düşünce geleneğinde yetişen düşünürlerin canlıların evrimi düşüncesine olan bakış açısını mercek altına alıp yapmış oldukları gözlemlerden çıkardıkları sonuçları inceleyeceğiz.
Eski Yunan’da Evrim Düşüncesi
Bilindiği kadarıyla evrim düşüncesinden “bilimsel anlamda” ilk söz eden kişiler, MÖ 6. yüzyılda yaşayan İyonyalı düşünürler olmuştur5. “Bilimi icat eden” İyonyalı düşünürler, önceleri daha ziyade canlılığı oluşturan maddenin kaynağını aramaya yönelik sorgulamalar yapmış olsa da sonrasında bu uğraş evrim düşüncesi çevresinde yoğunlaşmıştır4. Eski Yunan’da bilime yönelik geliştirilen bu bakış açısı, doğada gerçekleşen olayların artık mitolojik öğeler yardımıyla değil bizatihi doğanın kendisi ile açıklanmasına ortam hazırlamış, böylelikle çevreye ilişkin daha kuramsal yaklaşımlara olanak tanımıştır. Bu düşünce geleneğinin tartıştığı temel konu ise, Dünya’yı oluşturan ana maddenin, “arkhe”nin ya da tözün ne olduğudur4.
Bugün bir bölümü ülkemiz sınırları içerisinde yer alan kent devletlerinde yaşayan bu düşünürler, fizik, biyoloji, matematik, felsefe, astronomi gibi pek çok alanda sorular sormuş, daha önce sorulan sorulara yanıtlar vermiş ve bu bağlamda pek çok değerli düşünce geliştirmiştir. Ancak kendisiyle ilgili epey az kanıt ve ayrıntının bulunduğu bu düşünceler günümüze birinci elden ulaşmamıştır. Bunun nedeniyse Orta Doğu inanç geleneğinin Eski Yunan uygarlığının egemen olduğu bölgede yayılmasıdır. Özellikle Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde bu Orta Doğu din geleneğine ters düşen çalışmaların neredeyse tümü yok edilmiştir. İşte, bu yüzden, doğada yaşanan evrimi dile getiren bilim insanlarının düşüncelerini, bu düşünceleri çürütmek için aktaran kişilerden öğrenmekteyiz6. Bu kişilerin en önemlileriyse, düşünceleri Hıristiyanlık inancı için de “makbul” bulunmuş olan Eski Yunan düşünür Aristoteles ve Romalı konuşmacı-düşünür Çiçero’dur.
Thales (MÖ 624/623 – MÖ 548/545)
Miletoslu olması nedeniyle memleketlimiz sayabileceğimiz Thales, “bilimin babası” olarak anılır. Kendisi, doğanın insan aklıyla açıklanabileceğini savunmuş, böylelikle bilimsel düşüncenin tohumlarını atmıştır. Çevrenin duyu organlarıyla açıklanabileceği düşüncesi Thales’ten sonra gelen düşünürlerde de destek bulunca bilimsel düşünce bir süreklilik kazanmıştır.
Thales yaptığı gözlemler sonucunda canlılık için suyun ne denli önemli olduğunun ayırdına varmıştır. Ona göre dünya üzerinde sayısız canlı formu vardır, hepsinin ortak özelliğiyse suyun kendileri için vazgeçilmez olmasıdır. Bu bağlamda tüm canlıların ve nesnelerin kaynağının su olduğunu savunmuştur5. Suyun olmadığı yerde yaşamdan da söz edilemez oluşu Thales için suyun “ana madde” ya da “arkhe” olduğunun en önemli kanıtlarından birini oluşturmaktadır4. Thales aynı zamanda bu sav ile birlikte kendisinden sonra sürecek olan “ana madde tartışmasını” başlatmıştır.
Anaksimandros (MÖ 610 – MÖ 546)
Anaksimandros da tıpkı Thales gibi Dünya’nın durağan olmayıp değişime uğradığı düşüncesini savunmuştur. Ona göre Dünya geçmişte tümüyle sularla kaplıydı, zamanla sular çekildi, toprağın da suları emmesi ile kara parçaları su yüzüne çıktı. Suların geçmişte daha yüksek bir düzeyde olduğunun göstergesiyse dağlarda ve tepelerde gözlemlediği deniz canlısı fosilleriydi. Anaksimandros, Thales’ten ayrı olarak yalnızca çevrenin değil canlıların da aşamalı bir dönüşüm içerisinden geçerek bugünkü biçimlerine ulaştığını söyler ve biyolojik evrime ilişkin ilk büyük ve somut adımı atar.
Miletoslu düşünür, Thales’in aksine arkhe olarak suyu değil de “apeiron” adını verdiği sonsuz yaratma gücüne sahip bir maddeyi göstermiş olsa da geçmişte tüm dünyanın sularla kaplı olduğu savından dolayı canlılığın başlangıcını suya dayandırır. Suda başlayan canlılık, suların çekilmesiyle birlikte kara parçalarına taşınmıştır. Yaşam suda başladığından ilk canlılar da balık olmalıdır. Ona göre bu balıkların dikenli kabukları vardır ancak suların çekilmesine neden olan sıcaklık yükselişi nedeniyle bu dikenli kabuklar yok olmuştur7. Kara parçalarının belirmesi ve kabukların çatlamasıyla birlikte de yaşam biçimleri değişmiştir8.
Anaksimandros’a göre başlangıçta her yer suyla kaplı olduğundan ve insan denizde yaşayamayacağından, ilk canlı insan değildir9. Bu savını birçok bakış açısıyla desteklemeye çalışan Anaksimandros, insan yavrusunun doğum sırasındaki çaresizliğine ve bakıma muhtaç oluşuna dikkat çekmiştir5. Doğadaki hayvanlar doğar doğmaz kendi gereksinimlerinin önemli bölümünü karşılayabiliyorken insan yavrusu uzun bir süre annesi tarafından emzirilmek durumundadır. Yani insan, başlangıçta insan olarak var olmuş olsaydı, yaşamını sürdüremez, bugünlere kalamazdı8. İşte, Anaksimandros tüm bu nedenlerden dolayı insanın başlangıçtaki atasının bir tür balık olduğunu öne sürer. Tüm bu varsayımlar ilk bakışta mitolojik bir yaklaşım gibi görülebilir ancak şurası unutulmamalıdır ki Anaksimandros, gerçekleşen bu dönüşümü doğa üstü olaylarla değil doğanın kendisiyle açıklama yoluna gitmiş ve düşüncelerini dogmatik öğelere değil doğrudan doğruya kendi aklına ve gözlemlerine dayandırmıştır.
Anaksimandros, dünyanın gitgide kurumakta olduğu düşüncesinden esinlenerek yeryüzündeki canlıların da bu sürekli değişen çevreye uyum sağlamak durumunda olduğu, yani bir tür biyolojik evrimin gerçekleşmekte olduğu düşüncesine ulaşmıştır7. Jeolojik bir değişimin canlılar üzerinde de bir değişime yol açtığı düşüncesi ise Anaksimandros’un bulgularının, çağdaş evrim kuramından özünde çok da farklı olmadığını göstermektedir9. Ek olarak çevreye en iyi uyum sağlayanların yaşamını sürdürdüğü düşüncesinin Anaksimandros ile başladığı görülür. Kendisi; insanın ve diğer hayvanların bugünkü hâlinin, türlerinin ilk örneği olmadığını, bir uyum süreci sonucunda bu biçime evrildiklerini açıkça belirtmiştir8. Canlıların aşamalı bir süreçle bugünkü görünümlerine ulaştığı düşüncesi, dönemin bilgi birikimi düşünüldüğünde devrim niteliğinde bir ilerleme olmuştur. Tüm bu gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, Anaksimandros hiç kuşku yok ki dünya tarihinin en önemli düşünce insanlarından biridir.
Anaksimenes (MÖ 585 – MÖ 525)
Thales ve Anaksimandros’un ardından Miletos Okulu’nun üçüncü ve son temsilcisi olan Anaksimenes, bilimsel geleneği sürdürmüş ve kutsal dogmalara karşı aklı ve gözlemi öne çıkarmıştır. Kendisi, seyrekleşme ve yoğuşma özelliğinden dolayı töz olarak havayı göstermiştir. Havanın sıkışarak suyu ve toprağı; gevşeyerek ise ateşi oluşturduğunu, yani her şeyin havadan türediğini öne sürmüştür. Böylelikle tıpkı öğretmenleri gibi, dünyanın durağan bir yapıda olmadığını, sürekli olarak değiştiğini ve dönüştüğünü savunmuştur. Bununla birlikte Anaksimenes, yaşamın suda başladığı düşüncesini de sürdürmüştür. Biyolojik evrim düşüncesine en büyük katkısını ise bitkilerin de birer canlı olduğu savını ortaya atarak yapan Anaksimenes, bitkileri “yerde yaşayan sabit hayvanlar” olarak nitelendirmiştir4. Böylelikle bitkileri ve hayvanları ortak bir kümede değerlendirmiş ve canlılığın tek bir kaynaktan türediği düşüncesine göz kırpmıştır. Görüldüğü üzere, Anaksimenes’in savunduğu düşünceler, o döneme göre şaşırtıcı ölçüde isabetli olmuştur.
Herakleitos (MÖ 535 – MÖ 475)
Efesli olmasından ötürü yine memleketlimiz olarak görebileceğimiz düşünürlerden biri olan Herakleitos, tıpkı Miletoslu düşünürler gibi değişim odaklı bir dünya modeli sunmuştur. Kendisi, “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.” ve “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” gibi oldukça ünlü sözleriyle bu düşüncesini özetlemiştir. Ek olarak aşamalı bir gelişime tabi olarak gördüğü canlılığı da değişimle ilişkilendirmiş ve varlığın nedenini, onu oluşturan süreçlerin toplamı olarak görmüştür. Herakleitos, evrende var olan her nesnenin ve her canlının, özünde bir sürecin ürünü olduğu düşüncesini bu kadar somut ve kesin olarak dile getiren ilk düşünür olmuştur9.
Herakleitos; Thales ile başlayan ana madde tartışmasına katılmış ve töz olarak “pyr” dediği ateş ile “psykhe” dediği sıcak nefes benzeri seyrek bir maddeyi öne çıkarmıştır4. Ona göre var olan her şey bu maddelerin değişmesi ve dönüşmesi ile meydana gelmiştir. Evren de canlılar da, karşıt güçlerin birbiriyle olan savaşı sonucunda ortaya çıkmıştır ve “var oluş” gibi “yok oluş” da bu karşıt güçlerin savaşı sonucunda gerçekleşmektedir. Burada sözü edilen karşıt güçler yalnızca fiziksel kuvvetler değildir. Birbirine rakip olan canlılar, doğadaki kısıtlı kaynaklar için sürekli mücadele durumundadır. Güçlü olan ve doğaya uyum sağlayan varlığını sürdürür, karşıtı ise yok olur. İşte bu görüş, Herakleitos’tan yaklaşık 2300 yıl sonra yaşayacak olan Darwin’in ortaya koyduğu “doğal seçilim” mekanizması ile pek çok açıdan benzeşmektedir. Bununla birlikte “Benim sesime değil, logosun sesine kulak verin.” diyerek mitosa karşı logosu öne çıkaran Herakleitos, bu sözüyle de doğa yasalarına sağlam bir vurgu yaparak kendisinden önceki düşünürlere önemli katkılarda bulunmuştur4.
Empedokles (MÖ 494 – MÖ 434)
Sicilyalı bir düşünür olan Empedokles, arkhe olarak Thales’in, Anaksimenes’in ve Herakleitos’un öne çıkardığı su, hava ve ateşi onaylamış, bu 3 tözün yanına bir de toprağı eklemiş ve bu 4 özdeğin “uyum” ve “uyumsuzluk” ilişkileri çerçevesinde birbirine dönüşerek nesneleri var ettiğini savunmuştur4. Görüldüğü üzere Empedokles de değişim ve dönüşümün olduğu bir evren modeli çizmiştir. Bununla birlikte kendisinden önce gelenlerin düşüncelerine pek çok katkıda bulunmuş ve onları ileriye taşımıştır. Ona göre canlıların organları başta kaba bir yapıdaydı ve birbirinden ayrı durumdaydı, rastlantısal olarak birbirlerine uyumlu olan organlar birleşmiş ve görünür olmuştur4. “Kök” kavramını ortaya atan Sicilyalı düşünür, canlıların kendilerini çevreye en iyi uyum sağlayacak biçimde düzenleyerek yaşamda kaldıkları ve bu canlıların yavrularının da bunu sürdürmesiyle giderek değiştikleri yönünde bir düşünce geliştirmiştir6. Daha önce Herakleitos’ta da rastlanan ancak Empedokles’te daha belirgin bir biçimde görünen “ortama en iyi uyum sağlayan canlının yaşamını sürdürdüğü” düşüncesi, Darwin’in kuramının özünü oluşturmaktadır10.
Anaksagoras (MÖ 500 – MÖ 428)
Bu kez Urlalı olması dolayısıyla memleketlimiz diyeceğimiz Anaksagoras, evrendeki varlıkların kaynağı konusunda “tohum” ya da “öz” düşüncesi olarak bilinen yaklaşımı ortaya koymuştur4. Buna göre her nesne daha küçük parçalara bölünebilir, bu küçük parçacıklar bünyesinde her şeyden bir şey barındırır ve değişik biçimlerde bir araya gelerek her şeyi oluşturabilir. Yani tüm evren gibi dünyadaki yaşamın kaynağı da bu tohumlardır6. Anaksagoras’ın biyolojik evrim düşüncesine en büyük katkısı ise insanlar ve hayvanların karşılaştırılması ile var olmuştur. Kendisi insanların hayvanlar içerisindeki en akıllı tür olmasını, insanların ellerini kullanma yeteneğiyle ilişkilendirmiştir4. Günümüzde yapılan araştırmaların doğruladığı bu saptama, Anaksagoras’ın yaşadığı dönemin bilgi birikimi göz önünde bulundurulduğunda kesinlikle büyük bir saygıyı hak etmektedir.
Diğer Eski Yunan Düşünürleri
Atomculuk görüşünü ortaya atan Leukippos (MÖ 5. yy) ve öğrencisi Demokritos (MÖ 460- MÖ 370), çağının oldukça ilerisinde düşünceler geliştirmiştir. Onlara göre nesneler, “atom” denen parçacıklardan oluşmuştur ve bir nesne ne kadar bölünürse bölünsün geriye kesinlikle bir şey kalır ve bu şey atomdur. Atomcuların görüşleri sayesinde arkhe ya da töz dediğimiz evrenin ana maddesi; su, ateş, hava ya da toprak gibi belirli bir öğe olmaktan kurtulmuş, her nesnenin özünde yer alan atom adlı yapının altında birleşmiştir4. Bu yüzden atomcular düşünürden çok bilim insanı olarak değerlendirilmektedir. Atomculuk görüşü, canlıların aşamalı olarak geliştiği düşüncesine büyük bir katkıda bulunmuştur. Öyle ki bu görüş, canlıların ilkel yapıdan karmaşık yapıya doğru bir yol izlediği anlamı taşımaktadır. Bu düşünce yüzyıllar sonra, bugün var olan canlıların geçmişteki atalarının görece ilkel bir yapıda olduğu düşüncesine ortam hazırlamıştır.
Sisam Adalı Epiküros (MÖ 341 – MÖ 270), Epikürosçuluk Okulu’na ön ayak olmakla birlikte Leukippos ve Demokritos’un atomculuk öğretisini benimsemiştir. Kendisi biyolojik evrim düşüncesiyle doğrudan ilgilenmemiş olsa bile ortaya attığı görüşler bu bağlamda önem taşımaktadır. Epiküros, insanın zekâsını ve canlılar arasındaki üstünlüğünü, sahip olduğu dil yeteneğiyle ilişkilendirmektedir. Ona göre insanlar zekâlarının gelişmesiyle daha karmaşık iletişim biçimlerine gereksinim duymuş ve bu doğrultuda dili geliştirmiştir. Epiküros “Bilginin kaynağı olan doğa, dilin de kaynağıdır.” diyerek biyolojik evrim ve kültürel evrim arasında bir köprü kurmuştur. Onun bu görüşü evrim açısından değerlidir çünkü insanların iletişim yeteneklerinin gelişmesi evrime hız kazandırmıştır4.
Bu noktada, her ne kadar Yunan olarak değerlendirilmese de bir Epikürosçu olmasından ötürü Eski Yunan geleneği içerisinde yetişmiş olan Romalı Titus Lucretius Carus (MÖ 95 – MÖ 55) adlı Helenistik Dönem düşünürünü de anmak gerekir. Aynı zamanda bir şair olan Lucretius, “De Rerum Natura” (Nesnelerin Doğası Üzerine) adlı epik şiirinde insan, hayvan ve bitkilerin yeryüzünde nasıl var olduklarını açık bir biçimde anlatmıştır6. Bu yapıtta ayrıca canlıların hızlı koşma, güçlüklere katlanma ve yiyecek bulma gibi becerileriyle yaşamda kalabildiklerini söylemiş, böylelikle Darwin’in doğal seçilim düşüncesini andıran görüşler dile getirmiştir5. Lucretius’un biyolojik evrime bir diğer önemli katkısı ise sonradan kazanılmış olan karakteristik özelliklerin kuşaktan kuşağa aktarılmadığını, yani kalıtımsal olmadığını belirtmek olmuştur10. Bu saptamayı yazıya geçiren ilk düşünür olan Lucretius’un birçok görüşü, günümüz çağdaş biliminde karşılık bulmakta, geçerliğini korumaktadır.
Sonuç
Bilimin ve bilimsel düşüncenin doğmasına aracı olan Eski Yunan düşünürleri, yüzlerce yıllık mitolojik anlatılarla yetinmemiş, kutsal olarak gösterilen dogmalara inanmamış, doğayı anlamlandırmak için doğa üstü öğelere değil, akıllarına ve gözlemlerine başvurmuşlardır. Bu düşünürler, pek çok alanda olduğu gibi elbette evrimsel biyoloji alanında da çok değerli düşünceler geliştirmiş, bir o kadarının da oluşmasına ortam hazırlamıştır. Ortaya atılan varsayımlar ise şaşırtıcı ölçüde gerçeğe yakın olmuştur. Canlıların aynı kökenden türediği düşüncesi, aşamalı gelişim düşüncesi ve evrim kuramının en temel mekanizmalarından biri olan doğal seçilim düşüncesi, bu durumun en iyi örneklerindendir. Bununla birlikte günümüzden yaklaşık 25 asır öncesinin olanakları göz önünde bulundurulduğunda, bu düşüncelerin değeri daha da net olarak anlaşılacaktır. Orta Doğu inanç geleneğinin batıya yayılmasıyla birlikte ne yazık ki epey uzunca bir süre yüz çevrilen bu düşünce geleneğinde yeniden bir ilerlemeye tanık olabilmek için İslam dünyasının altın çağını yaşamaya başladığı 8. yüzyıla kadar beklemek gerekecektir.
Metin Kaynakçası
1- Ayala, F. J. (2012). Evrim. İstanbul: Aylak Kitap.
2- Mayr, E. (2001). Evrim Nedir?. İstanbul: Say Yayınları.
3- İpekdal, K., Mert, Ş. (2009). Biyolojik evrim ve evrim kuramı. Cogito, Güz-Kış 2009. (Sayı 60-61), 92/126.
4- Demirel, A. (2011). Antik Yunan’da biyolojik evrim düşüncesi. Folklor/Edebiyat, 18(68), 53-60.
https://dergipark.org.tr/tr/pub/fe/issue/26032/274200
5- Yıldırım, C. (1989). 100 Soruda Evrim Kuramı ve Bağnazlık. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
6- Ateş, K. (2009). Dünü ve Bugünüyle Evrim Teorisi. İstanbul: Evrensel Basın Yayın.
7- Şengör, A. M. C. (2013). Bilgiyle Sohbet. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
8- Adıvar, A. A. (1987). Tarih Boyunca İlim ve Din. İstanbul: Remzi Kitabevi.
9- Şengör, A. M. C. (2004). Yaşamın Evrimi Fikrinin Darwin Döneminin Sonuna Kadarki Kısa Tarihi. İstanbul: İTÜ Yayınevi.
10- Öktem, Ü. (2010). Olgu, kuram, Darwin öncesi evrim kuramları ve Darwin’in evrim Kuramı. Antropoloji, (23), 21-39.
https://dergipark.org.tr/tr/pub/antropolojidergisi/issue/43248/525293
11- https://evrimagaci.org/yazi-dizisi/evrim-teorisinin-tarihi-ve-evrimi-6
12- Kurtulan, İ., Kartoğlu Ü. (1988). Yazıyla Çiziyle Darwin ve Evrim Kuramı. Ankara: Dönem Yayınevi.
Görsel Kaynakçası
Kapak Görseli: https://mymodernmet.com/school-of-athens-raphael/
Metin İçi Görseller: Hartmann Schedel ve Georg Alt tarafından 1493 yılında yazılan “Nürnberg Kroniği” adlı yapıttan alınmıştır.