Klasik anayasa anlayışının temelini oluşturan kuvvetler ayrılığı teorisi, daha önce farklı düşünürler tarafından dile getirilmiş olsa da, gerçek kurucusunun Montesquieu olduğu kabul edilir. Montesquieu’ye göre bu teori: ‘‘Devlet iktidarını sınırlandırarak vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini korumak amacıyla, devlet iktidarını yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üçe bölüp bunlardan her birinin birbirinden bağımsız olan üç ayrı organa verilmesi(…)’’ gerektiğini savunan bir teoridir. Dolayısıyla bu üç kuvvet tek bir kişinin eline geçtiğinde veya birbirlerine karşı bağımsızlıklarını koruyamadığında, vatandaşların temel hak ve hürriyetleri bundan doğrudan etkilenecektir.
Yasama ve yürütme arasındaki ilişki, keskin sınırlarla belirlenme (başkanlık sistemi) veya kısmen iç içe geçmiş sınırlar şeklinde (parlamenter sistem) belirlenme şansına sahip olsa da, yargı yasalarla kesin ve toplum nezdinde herhangi bir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ayrılmış olmalı ve her türlü baskı ve etkiden uzak biçimde tarafsız şekilde yürütülmelidir. Şimdi, hukuk devletinin varlığı için şart olan yargı kavramından ve bu kavramın sağlıklı işlemesi için gerekli temel iki ilkeden bahsedeceğiz.
Yargı kavramından bahsedildiğinde, karşımıza iki farklı tanım çıkacaktır. Bunlardan ilki, ‘‘organik anlamda yargı’’, ikincisi ise ‘‘fonksiyonel anlamda yargı’’dır. Organik anlamda yargı ile kast edilen, söz konusu devlet erkinin yükümlü olduğu görevleri yerine getiren organın yapısıdır. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki: ‘‘Yargı organı devletin, bir veya birden fazla hâkimden oluşturduğu mahkemelerinden meydana gelen organıdır’’. Fonksiyonel anlamda yargı ile kast edilen ise organın yapısı değil, gördüğü işlevdir. Bu bilgi ışığında fonksiyonel anlamda yargıyı ‘‘yargı organlarının hukuki uyuşmazlıkları çözme fonksiyonu’’ olarak tanımlayabiliriz. Şimdi, bu iki tanım ışığında denebilir ki, yargı, bir veya birden fazla hâkimden oluşturulmuş yargı organının, hukuki uyuşmazlıkları çözmekle yükümlü olduğu bir temel devlet erkidir.
Bu devlet erkinin diğer iki temel devlet erkinden, herhangi kurum, kuruluş ve ideolojik saiklerden gelecek etki ve baskılardan korunması gereğini iki ilke ifade eder. Bunlar, ‘‘yargının bağımsızlığı’’ ve ‘‘yargının tarafsızlığı’’ ilkeleridir. Şimdi bu ilkeler hakkında genel bilgiler vererek, bu ilkelerin yokluğunun nasıl sonuçlar doğurabileceğini Dreyfus Olayı üzerinden ele alacağız.
Yargının Bağımsızlığı
Bu ilkeye göre yargının bağımsızlığı şu şekilde tanımlanabilir: Yargının bağımsızlığı, yargı organının, herhangi bir kişi veya yasama ve yürütme organları ile olan ilişkilerinde, onlardan emir almaması, etki ve müdahalesine maruz kalmadan faaliyet göstermesidir. Yargı organı bu kuralın aksi bir imaj yaratmadan, objektif ve adil bir şekilde adaletin dağıtılacağı güven ve inancını toplumda doğurabilmelidir. 2003/43 Sayılı Birleşmiş Milletler Bangalor Yargı Etiği İlkeleri, m.1’e göre: ‘‘Yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğünün ön koşulu ve adil yargılanmanın temel garantisidir.(…)’’. Eğer bu güven ve inanç toplum tarafından benimsenmemiş olursa, toplum kendi hukukunu uygulama yoluna gidecektir ki bu, şiddet ve anarşi doğuracaktır. Bir hukuk devletinde bu sonuç kabul edilemez ve kaçınılması gereken bir olgudur.
Bağımsızlık, yargılama ve onun sonucunda verilecek karar sürecinde, yargı üzerinde herhangi bir etkinin olmamasıdır. Devletin diğer siyasi kurumlarından ve toplumda oluşmuş baskı grupları gibi devlet dışı gruplardan gelen bütün etkiler, yargı bağımsızlığı ve dolayısıyla da adil yargılanma üzerine bir etki doğuracaktır.
Yargının Tarafsızlığı
Terminolojik olarak bitaraf olma yani tarafsız olma anlamına gelen tarafsızlık kelimesi, hukuk terminolojisinde de buna paralel olarak, hâkimin bakmakla yükümlü olduğu uyuşmazlıklarda herhangi bir tarafın lehine veya aleyhine olacak bir konumda bulunmamasını ifade eder. Terminoloji dışında çıkacak olursak, tarafsızlık: ”Hâkimin herhangi bir baskı altında kalmadan, etkilere kapalı ve mümkün olabildiğince kişisel görüş ve inandığı değer ölçülerinden sıyrılarak, sadece hukuk kurallarına ve gerektiği durumlarda vicdanına uygun olarak karar vermesi” olarak tanımlanabilir. Tarafsızlık sadece karar anında değil, yargılama süreci boyunca da süregelmelidir. Mahkeme sırasında, öncesinde veya sonrasında, yargı ve hâkim, tarafsızlığına gölge düşürecek söylem ve davranışlardan kaçınmalı, kamuoyu ve dava taraflarının güvenini sağlayacak bir pozisyonda bulunmalıdır.
Her ne kadar yargının bağımsızlığı ilkesi ve yargının tarafsızlığı ilkesi ayrı şekilde anılıyor olsa da, aslında bağımsızlık, tarafsızlığın tamamlayıcısıdır. Denilebilir ki bağımsızlık, yargı organına ve hâkime adil karar verebileceği, etkilerden arındırılmış bir ortamın sunulmasıdır. Tarafsızlık ise bu korunaklı ortam içinde bağımsızlığı garanti altına alınmış hâkimin, kendi zihni engelleri ve inanç değerlerinden sıyrılıp, hukuka uygun ve objektif bir muhakemeye yönelmesidir.
Şimdi ise, 1894 yılında bu ilkelerin çiğnenmesi ile başlayan ve Fransız toplumu nezdinde ciddi bir infial yaratmış olan Dreyfus Olayı’na geçebiliriz.
Dreyfus Olayı
Yahudi bir anne-babanın çocuğu olan Alfred Dreyfus, Alsace/Mulhouse’de 1859 yılında dünyaya gelmiş bir Fransız topçu subayıdır. Bu subayın kaderi, bir iftira sonucu Fransız 3. Cumhuriyet rejiminin ve hukukunun tarihiyle iç içe geçmiştir. Bu iftiraya geçmeden önce, bunun öncesindeki döneme kısaca bir göz atalım.
1870 yılında başlayıp 1871 yılına değin sürmüş Prusya-Fransa Savaşı’nın Fransa aleyhine sonuçlanması üzerine, Fransız toplumunda ciddi bir intikam ve milliyetçilik olgusu kendisine yer edinmiştir. Toplumun bu hâli sürerken, üzerine bir de Panama Kanalı inşaatında bazı politikacıların rüşvet aldığı ve bu rüşvet ilişkilerini sağlayanların Yahudi olduğu açığa çıkınca antisemitist eğilimler, milliyetçi görüşlere paralel olarak yaygınlaşmaya başlamıştı. Halk tüm bunlar üzerine, bir günah keçisi arayışı içindeydi. İşte bu olaylar, Dreyfus davasına giden yolda mihenk taşları olmuştur.
İftiraya Giden Yol Ve Dava
1894 yılının güz aylarında, Paris’teki Alman Askeri Ataşesi’nin konakladığı binanın temizliğinden sorumlu Madam Bastian, buradaki çöpte bir mektup bulur. Gizli olarak Fransız Askeri İstihbarat Teşkilatına çalışan bu kadın, mektubu derhal çalıştığı kuruma iletir. İnceleme sonucu, Alman Askeri Ataşesi’ne bilgi sızdırıldığı anlaşılınca derhal bir soruşturma başlatılır. Soruşturma neticesinde, bu mektubun el yazısının Alfred Dreyfus’un el yazısına benzediği kayıtlara geçer. Henüz herhangi bir yazı uzmanının denetiminden geçmeden varılan bu tespit, derhal basına sızdırılır ve zaten günah keçisi arayışında olan halk nezdinde büyük bir infial yaratır. Döneminin ırkçı ve antisemitist gazetelerinin başında gelen ‘‘La Libre Parole’’ gazetesinin bunda payı büyüktür. Olayı manşetine taşımış ve Dreyfus’un Yahudi kimliğinden de dem vurarak onu ‘‘vatan haini’’ ilan etmiştir. Ancak bu gazete tek antisemitist eğilimler içinde olan gazete değildir ve toplumda öteden beri süregelen milliyetçiliğin de etkisiyle ciddi bir Dreyfus karşıtı kamuoyu oluşmuştur. Üst düzey politikacı ve Genelkurmay içinden rütbeli subayların birtakım saikler adına ürettiği söylemlerin de aracılığıyla, mahkeme sürecine büyük bir baskı yaratılmıştır.
Sonrasında, bir yazı uzmanı bu el yazılarının uyuşmadığı, benzerlik taşımadığı yönünde bir rapor düzenlemiş olsa da, bu yazı uzmanı derhal görevden alınır ve yerine kamuoyunda oluşmuş bulunan infiali tatmin edecek ve Dreyfus’u günah keçisi ilan etmek isteyenlerin amaçlarına uygun şekilde rapor düzenleyecek bir işbirlikçi yazı uzmanı bulunur. Gerçeği yansıtmayan raporlarla düzenlenmiş bu dosyaya, İstihbarat Müdürü Albay Sandherr’in atadığı iki Binbaşı (Binbaşı du Patty de Clam ve Binbaşı Henry) tarafından hazırlanmış düzmece birtakım belgeler de eklenince dosya, askeri mahkemeye gönderilir. Tüm bunlar yetmemiş, ayriyeten sonrasında duruşma esnasında Dreyfus’un suçsuz olduğu sonucuna varılmasını engellemek için birtakım generallerin isteği ile yukarıda da bahsettiğimiz, Binbaşı Paty de Clam tarafından sahte bir belge düzenlenmiş ve bu belge bir zarf içerisinde mahkeme başkanına ulaştırılmıştır. (Bu ek belgeden haberdar olan bir gazete, bu durumu manşetine taşımıştır. Gazetenin amacı Dreyfus karşıtı kamuoyunu desteklemek idiyse de, bu haber daha sonra Dreyfus’u destekleyenlerin lehine sonuç doğuracaktır.)
1894 yılının Aralık ayında, ‘‘Paris Birinci Savaş Konseyi’’ adındaki askeri mahkeme yargılamaya başlamıştır. Diğer düzmece belgelerin yanı sıra, suçlamaya temel olan tek delil, Dreyfus’un el yazısına benzerlik taşıdığı iddia edilen bir mektuptan ibaretti. Ancak Dreyfus, suçlanmasına neden olan mektubu görme şansı bulamamıştır. Ek olarak, değinmiş olduğumuz, duruşma esnasında mahkemeye gönderilmiş belgeden sanık ve sanık avukatının haberi bile olmamıştır. Davaya bakmakla yükümlü yargıçlar, yargılama usulünü ve savunma hakkını hiçe sayarak bu durum karşısında sessiz kalmışlardır.
Hukukun ayaklar altına alındığı, yalan delillerle yürütülen bu yargılama sonucunda Dreyfus, ‘‘vatana ihanet’’ suçundan müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır.
Mahkûmiyet kararından 1 yıl sonra, Albay Sandherr’den boşalan Genelkurmay İstihbarat Biriminin başına Yarbay Picquart getirilir. Picquart, Alman Askeri Ataşesi’nin çöp kutusunda yeni bir mektup bulunması üzerine, Dreyfus davasına müdahil olacak bir başka isim vuku bulur. Yaptırdığı soruşturma sonucunda, el yazısının Esterhazy adında bir binbaşının el yazısına tıpatıp benzediğini, ayrıca bu binbaşının Alman Elçiliğine gidip geldiğini öğrenir. Bu gelişmeler ışığında dosyayı inceleyen Picquart, Dreyfus’un mahkûmiyetine esas teşkil eden belgelerin sahte olduklarını fark eder ve durumu derhal üstlerine bildirir. Ancak bu çabası onun aleyhine sonuçlanacaktır. Picquart, üstleri tarafından bu konu üzerine gitmemesi konusunda uyarılır. Ancak Picquart bu buyruklara kulak asmaz ve sonucunda görev yeri değiştirilerek sürgün edilir.
Tunus’ta ölümden döndüğü bir saldırıdan sonra Picquart, ulaştığı gerçeğin kendisiyle birlikte yok olmasından çekinerek soruşturma neticesinde vardığı sonuçların kopyasını da içeren bir mektubu avukatı aracılığıyla Senato Başkan Yardımcısı Scheurer-Kestner’e ulaştırır. Bu hareket neticesinde davanın siyasi ayağı da oluşmuş olur.
Eline geçen bu bilgilerin ardından Başkan Yardımcısı, Esterhazy’nin suçlu olduğuna kanaat getirir ve konuyu gündeme taşır. Gerçek casusun Binbaşı Esterhazy olduğuna dair yeni şüpheler artık soruşturma dosyasından basına ve topluma taşınmıştır. Artık Dreyfus’un suçlu olduğuna inananların karşısında, Dreyfus’un suçsuzluğuna inanan bir kamuoyu da yavaş yavaş oluşmaktadır. Ancak bu ikilik, döneminin Fransız toplumunda ciddi bir kamplaşmaya ve neredeyse toplumsal bir bölünmenin kıyısına gelmeye neden olmuştur.
Davanın seyri, yeni bilgilerin de gün yüzüne çıkmasıyla Dreyfus’un suçsuz olduğuna inanların lehine dönmeye başlayacaktır. Özellikle döneminin önemli yazar ve aydınlarından birisi olan Émile Zola’nın, ‘‘Le Figaro’’ adlı gazetede yayınladığı ‘‘La vérité est en marche et rien ne l’arrêtera! (Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramaz!)’’ başlıklı yazısıyla Dreyfus taraftarları arasına katılması, davanın seyrini değiştiren olayların başında gelmektedir.
Davaya Yapılmış Müdahalelerin Nedenleri
Sahte belgelerle hazırlanmış bir soruşturma dosyası ve kanuna aykırı bir yargılama ile Dreyfus, yüksek askeri yetkililerce örtbas edilmek istenen bir olayın kurbanı seçilmiştir. Peki neden Genelkurmay ve Hükûmet bu olayı örtbas etmeye çalışarak hukuku çiğnedi?
Bu sorunun cevabı, Hükûmet ve Genelkurmaydaki milliyetçi ve antisemitist üst politikacı ve subayların çıkarlarında gizlidir. Yahudi bir subayı casuslukla suçladıktan sonra bu sayede kamuoyunu arkalarına almayı başarmış bu kimseler, geri adım atmaları halinde hem destekçilerini ve konumlarını kaybedeceklerdi. Buna benzer şekilde, yargılamanın başında dava dosyasına türlü düzmece ve yalan belgelerin eklenmesinin sebebi, Dreyfus’un lehine olabilecek olası bir kararı önlemek içindi. Çünkü eğer böyle bir karar çıkacak olursa, kendileri kesin şekilde suçlu konumuna düşecek ve itibarları ile birlikte amaçlarına ulaşabilme şanslarını da kaybedeceklerdi. Hatta öyle ki, yukarıda kendisine değinmiş olduğumuz Binbaşı Paty de Clam, henüz Dreyfus tutuklanmadan önce onunla sorgusu esnasında, Dreyfus’un önüne bir tabanca yerleştirerek intihar etmesine teşvikte bile bulundu. Ancak Dreyfus, masumiyetini kanıtlamak için yaşamak istediğini söyleyerek canına kıymayı reddetmiştir.
Örtbas etme gayretinin nedenlerinden bir başkası da, son zamanlarda yaşanmış askeri ve politik başarısızlıkları bazı aktörlerin, mevcut rejime güveni sarsma amacıyla kullanıyor oluşlarıdır. Özellikle Dreyfus davasında sahte belgeleri düzenlemiş (daha sonra Binbaşı Henry, ordunun konumunu güçlendirmek için sahte belgeleri oluşturduğunu itiraf etti) ve bunları basına servis ederek halkta milliyetçiliği ve nefreti körüklemeye girişmiş kişiler, monarşi yanlısı ve cumhuriyet ile birlikte laikliğin karşıtıdırlar.
Başlangıçta değindiğimiz ilkeler ve Dreyfus olayını birlikte değerlendirdiğimizde, söz konusu ilkelerin yokluğunun nelere bedel olacağını daha iyi anlayacağız. Olayın başında Alfred Dreyfus üst düzey birtakım subay ve politikacıların çıkarları adına, kendisinin el yazısına benzediği iddia edilen bir mektup yanında sahte belgeler temel gösterilerek soruşturmaya uğratılmıştır. Bu soruşturmayı sahte belgeler ile destekleyen monarşi yanlısı birtakım subaylar, olayı kamuoyuna sızdırmış ve hâlihazırda Yahudilere karşı toplumda mevcut olan nefreti Dreyfus üzerinden arttırmaya çalışmışlardır. Bu şekilde mevcut rejime karşı güvensizlik doğmasını amaçlamışlar ve bu amaçlarına kısmen ulaşmışlardır. Birçok protesto düzenlenmiş, çoğunluğu şiddet eylemlerine dönüşmüş ve hatta bir darbe girişimi bile yaşanmıştır. Tüm bu yaşananlar, yargı erkine siyasetin müdahalesinin bir sonucu olarak meydana gelmiştir.
Dreyfus’u suçlayan kişiler, benimsedikleri saiklere uygun olarak toplumda milliyetçiliği ve nefreti körüklemiş, gerçeklerin ortaya çıkmaya başlamasıyla da bu olguların şiddet eylemlerine dönüşmesine göz yummuşlardır. Yargıya müdahalede o kadar ileri gitmişlerdir ki, duruşma sırasında yargıçlara gizli bir belge göndermekten bile çekinmemişlerdir. Bu açıklamalar ışığında denebilir ki: Dreyfus olayı, adaletin yanıltılmasının ve siyasete kurban edilmesinin örneklerinden biridir.
Sonuç
19. yüzyıl Fransa’sında yaşanmış Dreyfus Olayı, yargının siyasallaştırılmasının yakın tarihteki en çarpıcı örneklerinden birisidir. Yargı organına kişisel ve kolektif emeller uğruna yapılacak müdahaleler ülkelerin tarihinde unutulmayacak utanç ve acılara sebep olacaktır. Bu yüzden hukuk devleti kavramının en önemli unsurları olan yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkelerinin pozitif hukukta güvence altına alınmasının yanı sıra, üst düzey bürokratlar başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşların, basın organlarının ve vatandaşların yargının bağımsızlığına saygı duymayı benimsemesi gerekir.
Kaynakça
1-GÖZLER, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Ekin Yayınevi, Bursa 2018
2-BAYSAN, Gül Tekay, ‘‘Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Zola’’, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 19 / Sayı: 1/ s. 181-195
3-ERDOĞAN, Faruk, ‘‘Döneminde Tozlu Kalan Dava: Dreyfus Olayı’‘, Hukuk Gündemi Dergisi S:2 (2015) s. 82-85
4-Dreyfus affair, Britannica, https://www.britannica.com/event/Dreyfus-affair, (ET: 14.02.2021)
5-İŞTEN, İnanç, ‘‘Yargı Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı’’, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi S:13(2) (2014) s. 285-313
6-GÖNENÇ, Levent, ‘‘Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı’’, TEPAV Anayasa Çalışma Metinleri (2011) https://www.tepav.org.tr/tr/yayin/s/392
7-ÖZKAN, Ahmet. “Dreyfus Olayı ve Emile Zola : Bir Adalet Arayışı.” (Ed. Battal Arvasi, Ünal Kaya, Gonca Kişmir) Batı Kültür ve Edebiyatlarında Yüzyıl Dönümü , Ankara Üniversitesi, Ankara 2017, s. 151-167
8-TAŞ, Murat, ‘‘Dreyfus Davası ve Sonuçları’’, https://www.mevzuedebiyat.com/dreyfus-davasi-ve-sonuclari/, (ET: 14.02.2021)
Kapak Görseli: Henri Meyer, Public domain, via Wikimedia Commons, https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Degradation_alfred_dreyfus.jpg
Görsel 1: Edouard Drumont, Public domain, via Wikimedia Commons, https://commons.wikimedia.org/wiki/File:18990910_Edouard_Drumont_and_Libre_Parole.jpg