Oscarlar yine öncesi ve sonrasıyla, girdiği sıkıcı bunalımla sinema gündeminde buldu kendini. Oscar töreni televizyonda uluslararası bir canlı yayın gösterisi olması vesilesiyle daha da ayrıksı olmaya ve ticari tarafını gitgide daha da keskinleştiremeye başladı. Ayrıksı kelimesi bu sıkıcı şölen için fazla gösterişli gibi dursa da bu derece sahne oyununa döndürülen bir dizi teknik onurlandırma töreni bir şekilde reyting oyununda yılın bir gecesi yer almayı başarıyor. Geçtiğimiz sene pandeminin odağında yapılan ve Amerikan film endüstrisinin en kısır yıllarından biri diyebileceğimiz bir senede en düşük reytingini görmüştü Oscarlar. Yuvarlak masalar maskeli starların gölgesinde gerçekleşmişti. Yapımcıların ve ulusal yayıncısı ABC’nin dikkatini çeken bu durum bu seneki törene bir dizi uygulama zorunluluğu hissettirmiş olacak ki son derece skandal kararlar alındı törene dair son iki ayda. Teknik ödüllerden ses ve kurgu gibi bir filmin baz parçalarının çıkartılması bir çeşit akıl tutulmasını anımsattı herkese. Ayrıca törenin popüleritesi ve kaşesi sebebiyle ismini bir nebze olsun izleyiciye duyuracak olan kısa belgesel kısa animasyon alanları da kendi kabul konuşmaları ve arzları olmadan akademinin sosyal medya hesapları üzerinden yayınlandı. Bu kararlara sendikalardan tutun bütün bir sihrin imeceliğine dikkat çeken Spielberg’e kadar tepki yağsa da maalesef bir geri dönüş olmadı. Bunun üzerine Scorcese’in uzun yıllar ses tasarımcısı olmuş, 5 defa akademi adaylığı bulunan Tom Fleischman Akademi üyeliğinden çekildi.
Bu zaten hali hazırda sarsıcı bir gelişme olsa da bununla yetinilmeyip son derece gülünç bir olay daha yaşandı. Gülünç diyorum çünkü kısa listeye kalmış yani aday gösterilmiş bir “Spielberg” filminin başrol oyuncusu Rachel Zegler törene ilk başta davet edilmedi. Rachel Zegler’in çıkış filmi olsa da ismininin kulakları doldurmaması az kalsın evinin kanepesine itiyormuş kendisini.
Oscarların ya da herhangi bir ödül töreninin, zenginlerin onurlandırılıp ağlayarak yaptıkları ödül konuşmaları ve onların aldıkları ödülden fazlası olmasını sağlayan şey sunuculardır. Törenin sunucuların birçoğu sektörden olsa da DJ Khaled, Tony Hawk gibi sunucular ne alaka dedirterek belli ki topyekûn bir izleyici arayışını temsil ediyor yapımcılar için.
Tören ve akademi topluluğu son 10 yılın kötü endüstriyel gidişatıyla bir kabuk değişimi de yaşıyor aynı zamanda. David Rubin’in başkanlığındaki akademi Moonlight(2016) yılından beri akademi üye sayısını on bin gibi sayılara dayandırmış ve kendini nispeten gençleştiren kurul artık kafasını kumdan çıkartıp başka sinema ülkelerine daldırmıştı. Son 4-5 senedir Asya sinemasının yaptıklarına ağız köşelerini silerek bakmış olacaklar ki Parasite(2019)’e 4 Oscar birden vermişlerdi. Bu değişim yaşlı akademi heyetini tam olarak devirmese de sarsmış ve Amerikan rüyasının ödüle doyduğunu onlara hatırlatmıştı. Bu sene bu değişim ve hevese bir de kuzeyin büyüsünü katarak sadece seyirciyi değil sektörel ilgiyi de çekmişlerdi. Peki bu sabun köpüğü olarak kalan ilgi ve tutum bu seneyi nasıl etkiledi ?
Daha önceden belli kategorilerde duyurulan uzun liste adaylıkları nispeten tatmin edici duruyordu aslında. Uluslararası film kategorisi için adaylar 15 kadar uzun ve dünyanın her yerinden bir liste karşımıza çıkıyor. Türkiye izleyicisi için de gişeye bakılınca çok sevildiği görülen Joachim Trier’in Oslo üçlemesinin sonuncusu The Worst Person in The World, Kuosmanen’in Cannes’dan büyük ödülü kapan Compartment No:6, Fahradi’nin A Hero’su Hamaguchi’nin geçtiğimiz yıla bıraktığı iki mucizeden birisi olan Drive My Car’ı gibi çeşitlilik ve içerik bakımından dolu bir liste. Kısa listeye baktığımızda ise bahsini ettiğim filmlerden Drive My Car, The Worst Person In The World; burada belirtmediklerimden de Flee,Hand Of God ve Lunana: A Yak In The Clasroom vardı.
Bu kategori çoğu yılda olduğu gibi Oscarların nispeten daha tatminkâr kısmını bizlere sunuyor. Flee’nin iki boyutlu dünyası ve anlattığı göçmen azınlık hikayesinin hisli ve travmatik yapısı; Drive My Car’ın ölülerin ardılları, yasın süresi ve etkisi üzerine bir arabanın mabede dönüştürülmesiyle birlikte sundukları çok etkileyici gözüküyordu zaten ancak Sorrentino’nun son filmi bir Netflix filmi olarak sömürülmüş ve fazla göz önü duygularla bezeli duruyor ve bu adaylık daha ezber duruyor bariz şekilde. Gözümüzü kuzeye çevirdiğimizde ise Paul Thomas Anderson’un yılın filmi dediği filmin reklamına gönülden çığırtkanlık yaptığı The Worst Person In The World, miskin kışkırtıcılığının altında anlatılanların birbirine girdiği muazzam bir debdebe sunuyor izleyicisine. Filmin tırmanışı karakterin kararları ve sonuçları üzerine öyle bir mizansenle kuşatılıyor ve altı öyle dolduruluyor ki filmin etkisi sarsıntı yaratıyor. Julie kararlarını tamamen kendisinin verdiği cüretle etrafının tozu tortusuna gözlemci oluyor. Bu kategorinin sunumlarını şöyle bir yaptıktan sonra heykel neye verilseydi “niçin” demeyecektik, benim şahsi favorim kuzeyden yana olsa bile, Hollywood’un senelerdir yapamadığını yapan Asya sineması ve Hamaguchi, Drive My Car ile bir şaheser daha çıkararak bu ödülü Japonya’ya arz etti.
Bu kategoriye biraz özensek de birkaç kategori hakkında daha bu derece konuşulabilir. En iyi filmi sona saklayarak sinematografi, yönetmenlik ve orijinal senaryo hakkında biraz konuşmak biraz kızmak isterim. Sinematografi adayları içerisinden en güçlü ikisi Dune ve Tragedy of Macbeth idi. Ödülü kazananın Dune olması şaşırtmasa da bence biraz filmin imajını korumak adına verilmiş gibiydi. Senenin en büyük filmi, yıllar sonra yeniden uyarlanıyor falan filan ancak bir şekilde Apple’ın bile Coda gibi ucuz bir filmin gerisine koyduğu Joel Coen filmi Tragedy Of Macbeth; ışığı, gölgeleri ile öyle bütünlüklü ve incelikli bir görsel sunuyor ki gide gide Dune’un çöl solucanlarına gitti ödül dedirtiyor. Bunu da zaten bir tiyatro üslubunda altını çize çize yapıyor. Bu kategoride geride kalmasının hatta bütün ödüllerde isminin anılmamasının sebebi olarak da Orson Welles’in Macbeth’indeki benzer estetiği taşıması gösteriliyor. Jane Campion’un da bize Avusturalya’nın doğası tepeleri ve çayırlarıyla gösterdiği pastorel western kamerası ödüle bir kez daha içli içli baktırıyor. En iyi yönetmen için de 1993 yılında Jane Campion’ın piyanosu ve Spielberg’ün Schindler’in listesi yarışmış ve kazanan o yıl Spielberg olmuştu. Piano’nun göz ardı edilemez varlığı bir ukde olarak o zamandan bu zamana “Jane Campion” gibi bir kazık çakmış olacak ki bu kez ödül süzülerek Campion’a koştu. The Power Of The Dog erksel intikam üzerine bizi 100 yıl öncesine bu konuya bir alan açmanın anlamsız gelebileceği bir döneme götürüyor. Apaçık şekilde westerni kimliği yapan ne sezgilediysek terse yatıran şaşırtköşe bir tasarımla seyircisini bir an bile bunaltmadan sorunsalını deşiyor. Campion’ın susturduğu karakteleri, açmazdaki personaları aktarmadaki başarısı bu ödülün henüz eline ulaşmasında bir garipliğin olduğunun en büyük göstergesi de aynı zamanda. Bu kategoride 3. Toplamda 11. Akademi adaylığını alan Paul Thomas Anderson’ı, içi tamamen boş bir Kenneth Branagh adaylığı ve Hamaguchi’nin etki gücünü şimdilik pas geçelim. En İyi Orijinal Senaryo’da Belfast’ın senaryo ödülü alması film yapımına birazcık ilgisi olan birisinin izlerken 15 dakikada bir filmde kaybolması ayrıca sıkıcı diyalogları ve temposunun bu derece aksak olması sebebiyle senaryo ödülünü almasının makul bir değerlendirmeden geçmediğinin ayırdına varacaktır. Ayrıca bu dalda veya herhangi bir dalda Paul Thomas Anderson’un ilk ödül zamanının geldi de geçiyor olması farkındalığı, onun Licorice Pizza ile yaptığı bu nostaljik titrine yabancı her sözde bilirkişiye nefret duymamızı sağlıyor.
Oscar’ın her sene habercisi olarak görülen ve özellikle en iyi film ve şimdi ele alacağımız oyuncu kategorilerinde etkili olan birkaç festival olur. Bu zaman zaman Toronto Film Festivalidir, Baftadır veya herhangi bir yerel festivaldir. Bu sene ödüllendirmeler Bafta odaklı ilerlemiş olacak ki En iyi Erkek, Yardımcı Kadın ve Yardımcı Erkek aynı aktörlere verildi. Ariana Debose West Side Story’deki rolüyle 1961’de aynı rolü oynayan Rita Moreno gibi yardımcı kadın oyuncu ödülünü aldı ve bu ödülü alan ilk queer siyahı kadın olarak tarihe geçti. Altından kalkılması zor rolüne kendinden ne kattığı konusunda şüphe barındıran oyuncu için ve açıkçası zaten zamanında çok iyi kotarılmış bu filmin yeniden yapılması konusu da gündemdeyken rolün kulisine ve reklamına klasik Oscar tavrı diyebileceğimiz bir yerden yaklaşmamıza yol açıyor. Azınlıklar bir azınlık rolündeyse ödül için bir adım öndedir. Kapsayıcılık ve çeşitlilik mecburdur çünkü biz bunu satıyoruz. Halbuki Kirsten Dunst’ın rolüne yaklaşımını onu izleyip büyülenirken anlayabiliyoruz. Asla aşırıya kaçmadan bütün bir planı kaplamadan her role alan açarak nasıl yeşerdiğini görebiliyoruz yahut Lost Daughter’da Jessie Buckley’nin anne rolüne sıkışmış taşkın ruhunu yalnız bırakılmış yaşantısını çok net hissediyoruz. Kadın Oyuncu’ya geldiğimizde ödül verilmeden önce en kestirilmez olanı bu kategoriydi sanırım. Amerika’nın en sevdiği Latin Aktörü kontenjanından Penelope Cruz listede yer alırken diğer adaylar sima olarak her yıl orada yer alıyormuş gibi bir izlenim veriyor. Olivia Colman’ın şimdiye kadar her şeyi oynaması, her şeyi iyi oynaması onu son dönemde gerçekten revaçta tutuyor ve belki de kendi jenerasyonunun en iyi oyuncularından biri yapıyor o yüzden zaten yerinde olan bu adaylığa bir itirazımız yok. Kristen Stewart’ın Spencer’a 2 saat tahammül edebilenlerin sübjektif ve saçma tutumu vesilesiyle olan adaylığı ve bunun aylarca Oscarlara gelene kadar hiç gevşemeyen bir gündem olarak kalması gerçekten çok şaşırtıcı. Gelelim Jessica Chastain’e. Jessica Chastain bir plastik makyaj’ın altından kötü bir biopicle adaylık aldığı yetmezmiş gibi bir de ödülü aldı. Bence şu ana kadar kariyer picki diyebileceğimiz bir noktaya henüz başında Kathryn Bigelow’un Zero Dark Thirty’si ile ulaşmıştı. O yüzden bu kategori için pek tabi hayal kırıklığı denilebilir. Yardımcı Erkek kategorisi albenisi en düşük kategori gibi göründü çünkü o da bir “diversity” kurbanı. Troy Kustor ödülü tabi ki alabilir ama engelinin, filmin genel tematiği ve meselesi olmaması aldığı ödülü fazlasıyla gölgeliyor. Jesse Plemons ve Kodi Smit-Mcphee’ nin adaylıkları bir kez daha kanıtlıyor ki Jane Campion’la çalışmanız doğru bir zamanlamayla olmuşsa kesinlikle oyundasınızdır ki Jesse Plemons olağandışı bir aktör olarak en az birkaç işiyle daha burada olmalıydı.
Başlıkta bahsettiğimiz olaya değinmek için beklediğimiz sürede konuştuğumuz şeyler ödüllerin dağılışı, sunucuları, oyunculukları ile ilgili olmasına karşın konudan bir bahsedelim. Ödül Törenleri komedyen sunuculara bayılır ve daima bir şekilde bir tarafa sıkıştırır. Hatta ünlülerin, yapımcıların “deneyimleriyle” dalga geçilen bu monologlar artık vazgeçilmez olmuştur. Chris Rock bu sene Amy Schumer, Wanda Skyes ve Regina Hall’un açılışından sonra kendisine bir alan bulmuş ve orada Will Smith’in eşinin hastalığıyla ilgili bir “şaka” yapmıştı. Will Smith de taşkın tavrı ve bayağı erkekliğiyle karısını savunmuş büyük bir iş yapmış, ödül almayı bekleyen ekipler ve tören akışı bu koca adamın karısı adına bir şeyler yapmasını izlemiş, bencilliğine kurban gitmişti. Will Smith ödül konuşmasında bir daha yapımcıların tavır alması endişesiyle de göz yaşı dökmüş ve af dilemişti.
Performanslara ve En İyi Erkek oyuncu kategorisine baktığımızda bu ödülün bir şekilde Will Smith’e verilmesi gerçekten saç baş yoldurtuyor. Kariyerinin en iyi performansını sergileyen Benedict Cumberbatch çiftçi bir taşra erkeğini sahip olduğu queer eğilimleriyle hiç de fena olmayan bir aksanla sergiliyor. Bir yandan neredeyse tek başına koca bir müzikali sırtlayan Andrew Garfield oyunculuk adına her şeyi yapıyor. Role nasıl hazırlandığını bilmesek de metod diye bağırıyor oyunculuğu. Denzel Washington çarpıcı ve tekinsiz bir Macbeth yorumu ortaya koyuyor ancak ödül King Richard ile tarihin belki de en başarılı kadın tenisçisinin odak dışı kaldığı bir Umudunu Kaybetme çiğliğindeki rol kesmeleriyle Will Smith’e gidiyor. Aslında En İyi Filmi konuşmak okur ve yazarlar için en heyecan verici kısım olmalı diye düşünürüz. Adaylar gelir ve kim kazanır diye herkesin bir favorisi olur mutlaka. Bu sene adaylıkların hepsini tek tek izlemiş biri için kimsenin dimağından diline “Coda en iyi film bence.” diye bir cümle çıkamaz. Bu derece arketip bir ergen dramedisi için salon doldurucu denebilir hatta Çağan Irmak’ın muhtemelen böyle bir filmi vardır bir yerlerde. Bu derece ağlatmaya oynayan bu derece zayıf ve sınırlı bir karakter çatışması her sene yüzlercesiyle MTV’den en iyi öpüşme ödülü falan alıyor. Licorice Pizza hiç bu durağa yanaşmadan odağını da herhangi bir azınlığı sömürmeden inanılmaz bir ergen dramedisi çıkarıyor. Paul Thomas Anderson da açıkçası hiç yalvarmadan her sene adaylığını alıp evine dönüyor. Drive My Car Parasite’in yaptığının azını yapmadan artılarıyla 10 koltuğun birinde orada duruyor. The Power Of The Dog endüstrinin aradığı o kara tavrı ve mizanseni güncelle sıkı sıkıya bağlı bir şekilde aktarıyor ancak Coda bu üç harika filmden seyirciyi ele geçiren manipülatif tavrıyla sıyrılmayı başarıyor.