Düzenli okumak gayesiyle kitap listeleri yapmaktan, listeleri farklı kategorilere ayırarak o kategorilerden “Tamam, bu ay bunları okuyacağım!” diye aylık planlar çıkarmaktan çok keyif almamın yanında o listelerin arasına başka kitaplar iliştirmekten de alıkoyamıyorum kendimi. Yeni duyduğum bir yazar, hevesle anlatılan bir kitap giriveriyor planlı kitaplarımın arasına. Caner Özyurtlu’nun Ezel Akay ile sohbetinde laf arasında geçen, Selçuk Altun’un “Ayrılık Çeşmesi Sokağı” da benim listeme emrivaki misafirlerden biriydi.
İsmini ilk duyduğunda bir ayrılık hikâyesi okuyacağını düşünüyor insan. En azından ben öyle düşünmüştüm ancak bu ayrılığın romantik ayrılıklarla alakası yok, en azından ilk bakışta. Osmanlı döneminde Doğu’ya yapılacak seferler için askerler çeşme önünde toplanır, yola çıkmaya hazırlanırmış. Onların şu an Bağdat Caddesi olarak bildiğimiz Bağdat Yoluna doğru giden istikâmetinde vedalaşmalar bu çeşme önünde gerçekleşirmiş. Bu vedalaşmalar çeşmeye “Ayrılık Çeşmesi”, o çeşmenin başında bulunduğu sokağa ise “Ayrılık Çeşmesi Sokağı” ismini vermiş.
Bizim yolumuz Ayrılık Çeşmesi Sokağına bir saksafon virtüözü olan Artvin’in, bir felsefe profesörü olan Ziya Adlan’a bakıcılık yapacak olmasıyla düşüyor. Yolumuzun düşüşü kitabın arkasında “Ziya Adlan kırk yıldır akademisyenlik yaptığı Cenevre’den dönüp Ayrılık Çeşmesi Sokağındaki bakımsız konağına sığınır. Osmanlı hanedanına mensup bu gizemli adam hastadır. Artvin hayatta en büyük tutkusu saksafon çalmak olan bir doktora öğrencisidir. Tanımadığı bir adam sol elinin iki parmağını kestirir ve bu olay onun hayatına damgasını vurur. Artvin’in yeni görevi Ziya Bey’in bakıcılığıdır.” sözleriyle anlatılıyor. Kaybedilen iki parmak, kazanılan kanserli hücreler bir araya getiriyor iki karakterimizi.
Fikrimce Artvin’in görevini anlatmak için bakıcılık kelimesi yanlış olmuş zira Ziya Adlan’ın aradığı bir bakıcıdan öte bir “yoldaş.” İkinci Mahmud soyundan gelen, büyük bir bibliyofil olan profesörümüz son günlerini yaşadığı zaman içinde konuşurken sohbetinden hoşlanacağı, verdiği kadar alacağı bir sohbet kurabileceği birini arıyor. İlk sayfalarda okuduğumuz mülakatvari sohbette Artvin’in bu beklentilerini karşılayabileceğini düşündüğü için onu yoldaş olarak kabul ediyor. İlerleyen sayfalarda bu uygunluğun yanında başka bir sebep olduğunu da görüyoruz.
Bu sohbetler, Ziya Adlan’ın sevdiği restoranlarda son yemekleri, Artvin’in o yemeklerde üst zümre olarak gördüğü kişilerle tanışması, Beckett ve felsefe üzerine konuşmalar oluşturuyor kitabımızı. Samuel Beckett, Ziya Adlan’ın çok sevdiği ve konuşmalarında ona atıfta bulunduğu, onun gibi davranılmış durumlara “Beckettvari” dediği bir yazar ve kitap içerisinde gerçekten büyük yer tutuyor. Beckettvari kelimesine kitap içerisinde o kadar çok rastlıyoruz ki bir içme oyunu oluşturulsa sarhoş olmak mümkün.
Bu benim ilk Selçuk Altun kitabım olduğu için genelleme yapamadım ancak kitaptan sonra bulduğum bir incelemede soylu aileden gelen, bibliyofil karakterin ve kitap içerisinde bir yazara bariz alıntı olmasa da çok kez atıfta bulunulmasının bir Selçuk Altun klasiği olduğunu okudum. Bu kitapta bu klasikleri İkinci Mahmud’tan gelen kanı, Beckett’a olan takıntısı ve bibliyofil kimliğiyle Ziya Adlan yerine getiriyor.
Hayatını sohbetleri birleştirerek öğrendiğimiz Adlan’dan biraz daha bahsedelim. Hep okuması, yüksek akademik sıfatlar alarak soylu kanının hakkını vermesi beklenmiş bir çocuk olan Ziya, lisede en sevdiği ders olup sorduğu sorularla övgü aldığı felsefe alanında akademik kariyer yapmaya karar veriyor ve babası onu “Profesör ol da ne profesörü olursan ol!” cümlesiyle destekliyor. Bu istek ve destekten(!) sonra butik ve girmesi çok zor olan Ligne d’Horizon üniversitesinde eğitimine devam ediyor. Ülkesine kısa bir dönüşü var ancak can alıcı hikâyeleri oluşturan onun öğrencilik ve o kısa aradan sonra hocalık için tekrar döndüğü Cenevre anıları.
Bir kitap okuduğum, bir yazar tanıdığım zaman o kitap ve yazar üzerine yazılmış şeyleri okumayı; insanlar ne kadar benimle aynı fikirde, bu kitapla yazarın dilini ne kadar tanıyabilirim diye ölçmekten hoşlanıyorum. Ayrılık Çeşmesi Sokağı beni kitaptan sonraki bu evrede şaşırtan bir kitap oldu çünkü gördüm ki kitabı okuyan kişilerin çoğunluğu ile aynı fikirde değilim. Ben maalesef ki kitabı sevmedim. Üzerine yazmayı düşünmediğim bir kitabın yorumunu yazmaya beni iten şey de bu olumlu yorumlar arasında neden olumsuz yorumların olmadığı sorusuydu. “Ben mi yanlış bir zamanda okudum acaba?” diye de kendimi yokladım kitap yorumlarını okudukça çünkü benim hoşuma gitmeyen bilgi yığını, bir gurbetçinin diline ait Facebook klişeleri, kitabın çok öngörülebilir oluşu okuduğum yorumların olsa olsa birinde olurdu. O olan eleştiri de bu üçlüden yalnızca birinin kısacık bahsedilmesi…
“Hikâye içerisinde bize bol bol bilgi veren, kuru hikâye olmayan bir kitap” olduğu söylenen Ayrılık Çeşmesi Sokağı’nın bize bilgi veriyor olduğu doğru, evet. Ancak bana göre bir kitabı bilgi verdiği için övüyorsak o bilgilerin kitap içerisine yedirilmiş, sohbet üzerinde eğreti durmayan şekilde bilgi vermesi gerekir. Bu kitap içerisinde bilgi yoğunluklu sohbetlerin çoğunluğunun bilgi vermek gayesiyle yazılmış gibi durduğunu ve verilenlerin sohbete yedirilmediğini düşünüyorum.
“Facebook klişeleri” olarak adlandırdığım gurbetçi özlemi ise Ziya Adlan’ın birkaç konuşmasından geliyor, öyle ki bir yerde bir buçuk sayfa kadar basit özellikler ve basit cümlelerle Türkleri öven bir konuşma okuyorsunuz. Bahsettiğim basit özellikler gerçekten basit özellikler. Bu eleştirdiğim konuşma kırk ikinci sayfada Ziya Adlan’ın İstanbul’u neden özlediğini anlatmasıyla başlayan konuşma ve birebir kitaptan alacağım “‘Kim o?’ sorusuna ‘Ben’ diyen, yemek parası vermek için kavga ettiği kişiye trafikte ölümüne yol vermeyen, misafirliğe gelenlere oğlunun pipisini gösterirken misafir oğlunun canı sıkılmasın diye onu oğluyla güreştiren…” cümleleri ile süren bu övgüler belki de benim övmeye gerek duymadığım cümleler olduğu için kitabı okurken rahatsız etti ancak o özlem konuşmasını okuduktan sonra “Neydi şimdi bu?” cümlesini kurdum kendi kendime. Dediğim gibi belki bu konuşma benim fikirlerime uymadığı için bana bu cümleyi kurdurmuştur ancak hala bu basit özelliklerin basit cümlelerle yazılmış olduğunu düşünüyorum.
Kitabın sonunun tahmin edilebilir olması ise kimine göre eleştirilmesi gereken bir şey değildir. Bir polisiye romanı olmaması sebebiyle bu roman için de eleştirilebilir bir özellik değil aslında ancak hem kitabı okurken “Öf böyle çıkacak kesin.” tarzında bir anlama olduğu ve kitabın tanıtımında “Selçuk Altun romanlarının bildiğimiz muzip ve gizemli atmosferine kör bir Osmanlı çeşmesinin tanıklığında davet ediliyoruz. Romanın iki ana karakterini bekleyen büyük bir sırra doğru yaklaşırken, ustaca aktarılan ilginç yan hikâyelerle pek çok tarihi olaya, kişiye, sanat yapıtına kısacası hayata dair bilgilerle donanıyoruz.” cümlelerinde taahhüt edilen “büyük sırrı” anlayabiliyor olmak son otuz kırk sayfanın tadını biraz kaçırıyor.
Yine tanıtımda bahsedilen ustaca anlatılan yan hikâyelerin karakterleri iki boyutlu kalmış ve bu hikâyeler kitabın başlarında daha derli topluyken kitabın sonlarına doğru birazcık saçılıyor.
Kişinin okuma düzenine, sıkılmadan ne kadar okuyabildiğine bağlı olarak değişebilecek olsa da biraz uzun okumaktan sıkılmayacak okurlar için tek oturumluk bir kitap Ayrılık Çeşmesi Sokağı. Dili sizi yormuyor, hikâye örgüsünde akıl karıştıracak bir olay olmadığı için molaya ihtiyaç duymuyorsunuz.
Selçuk Altun’la tanışma kitabım olan bu kitabın ilk kitap için doğru olmadığı söylendi. İlk kitap önerisi olarak da “Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir” geldi. Biz Selçuk Bey ile tekrar buluşur muyuz bilmiyorum ancak çoğunluğun olumlu benim de olumsuz konuştuğum bu kitabı okumadan önce belki de bu kitap ile başlamak istersiniz.
Sevgili Selçuk Altun severleri, kitap hakkında yanlış bulduğunuz düşüncelerimi iletmek, “aslında öyle değil” açıklamalarınızı dinlemek, seveceğimi düşündüğünüz bir Altun kitabı önermek için “siz beni bulun.”