Deniz Kaptan 1 Ekim sabahı 27 yaşına kuş cıvıltılarıyla uyandı. Havaya baktı yazın son esintileri vardı, hava alabildiğine güneşliydi… Yataktan usulca kalktı. Henüz sonbahar gelmemişti. Bundan önceki günlerde yaptığı gibi kuş cıvıltıları içinde denizi izlemeye koyuldu. Sabah 8 civarı olmalıydı, Deniz yıllardır bu evdeydi yıllardır aynı saatte kalkardı…
Bugün evine işlere yardımcı olmak için gelen Hatice Hanım’a izin vermişti. O yüzden evde yalnızdı. Balkonunda biraz oturduktan sonra iç sıkıntısıyla anne ve babasından ona kalan en büyük hatıra olan evinin içine girdi. Duvarlarda boydan boya yıllardır gezdiği yerlerde çektiği resimler durmaktaydı. Afrika’dan bir kız çocuğunun hüzünlü bakışları, Avusturalya’daki develer ve çocuklar, Amazon gezisinden kalan hırçın ormanlar ve yerliler. Bu gezileri hatırlayınca gülümsedi, hayata dair ne kadar heyecanlı olduğu yıllardı. Kendi fotoğraflarının üstünde babasının ödül almış fotoğrafları durmaktaydı ve annesinin resimleri… Deniz’in babası Mehmet Kaptan dünya çapında tanınan ünlü bir fotoğraf sanatçısıydı. Onun aksine babası fotoğraflarına dünyadan esinlenmez anlardan, yaşamdan esinlenirdi. Hatta Mehmet Kaptan’ın dünyaca ünlü koleksiyonun adı da “Andan Sesler” idi… Deniz fotoğraflara göz gezdirdi.. Eski İstanbul sokakları, cıvıldayan gençler, çöp toplayan çocuklar, bir meyhanedeki insanlar… Fotoğrafların adeta sesi vardı, bu kadar sıradan gözüken fotoğraflar onlara bakınca adeta konuşuyordu. Babasının ödüllerine şaşırmadı. Annesinin resimlerine gelince duraksadı, annesinin yüzünü bu fotoğraflar sayesinde hatırlıyordu. Gün içinde anne ve babasının yokluğunun aklına gelmediğini fark etti. Deniz’in annesi Meltem Köksal, ünlü bir yazardı babasıyla da bu çevrede tanışmıştı. Sonra Deniz doğmuştu ve ailesi onun doğumundan tam on dört yıl sonra 1 Ekim sabahı doğum gününde trafik kazasında ölmüştü. 27. yaş gününe bunları hatırlayarak başladı. Artık anne ve babasının yokluğunu hissetmiyordu. Anne ve babasının bir zamanlar var olduğunu, onun üstündeki tesirlerini bile unutmuştu. Ailesi, ona yıllarca çalışmasa hatta onun çocukları çalışmasa bile yetebilecek bir servet ve bu tarihi evi bırakmıştı.
Deniz anne ve babasının öldüğünü duyduğunda lisedeydi. Anne ve babası hayat dolu insanlardı, bu şaşkınlığı pek uzun sürmedi, anne ve babası öldükten bir gün sonra okula gitti. Ama düşünmüştü, 78 yıllık ortalama insan ömründe anne ve babası kadar hayata bağlı insanlar bile bir anda ölebiliyordu.
Kendi kendine yaşamayı biliyordu zaten ama akrabaları, aile dostları 2-3 yıl boyunca arada sırada Deniz’in evine geliyor, ihtiyaçlarını merak ediyordu. Ama o evde durmuyordu, önce Türkiye’yi sonra Dünya’yı gezip fotoğraflar çekmişti. Üniversiteyi yurt dışında okumuş, birçok insanın yaşamak istediklerini yaşamıştı. Bu düşünceler eşliğinde dostlarının onun için planladığı kutlamaya hazırlanması gerektiğini fark etti. Hava yavaş yavaş kapanmış güneşin yerini bulutlar almıştı. Akşamüstü olmalıydı. Üstüne rastgele bir şeyler geçirdi, nasıl olsa yakışırdı, biliyordu.
Yıllardır tanıdığı dostlarının evine girdiğinde kendisi için sürpriz yapıldığını biliyordu ama bilmiyormuş gibi yaptı. İyi ki doğdun tebriklerini ilk defa kabul ediyormuş sevincinde kabul etti. Biraz olsun düşüncelerinden uzaklaşacağını düşünüyordu lakin insanlara sarılırken hediyeleri kabul ederken aklında hep yaşamını düşünüyordu.
Akşama doğru sonbahar uğultuları ve serinliğinden kaçıp, arkadaşlarıyla içeri girdi. Karşıda alabildiğine gözüken deniz, körfez… Yaşamak ne büyük zevkti! İşte o an için kafasındaki yaşam ve ölüm karmaşasından uzaklaşabildi. Sadece oturup izlemek istiyordu, hayatının sonuna kadar burada oturabilirdi, varlığını hissetmiyordu, uyuşmuştu. Artık fotoğraf çekmek, insanları mutlu etmek, eğlenceli olmak istemiyordu sadece yalnız kalmak istiyordu ama bir türlü yalnız kalamadı. Çevresi onu çok seven bir kalabalıkla doluydu. Arkadaşları onu bol bol övüyordu. Deniz yakışıklıydı, hayat doluydu, mutluydu, hareketliydi, zengindi, şanslıydı. Ailesi ölmese dünya üzerindeki en şanslı insandı. İnsanlar el birliği edercesine bunu ona söylüyor onun artık yabancılaştığı kimliği taşıması için ısrar ediyorlardı. Her şeyin tekdüzeliğini ve can sıkıntısını arkadaşlarına ve ilişkilerine açmaya çalışmıştı ama genelde Deniz’i dinleyen arkadaşları “sanatçı kaprisleri, zengin bunalımları bunlar ” diyerek onu teskin ederdi. Oysaki o teskin edilmek değil anlaşılmak istiyordu sadece. Kız arkadaşına bir keresinde kafasındaki düşünceleri fotoğrafçılığın onu tatmin etmediğini, yaşamın zararsız ve tekdüzeliği hakkında konuşmak istediğinde ciddiye alınmamıştı. Bu olaydan sonra aşktan da uzaklaştı, âşık olmayı bıraktı. Dünya’da onu anlayabilecek bir insan olduğunu düşünmüyordu artık. Bir ara annesi gibi yazmaya çalıştı ama yazmayı beceremedi. Eğer kendi çevresinden kimse yaşamı ve ölümü sorgulamıyorsa, hayattan dışlanmış hissetmiyorsa yaşam ve ölüm hakkında yazanlar, çizenler neredeydi? Kendi etrafında olmadığı kesindi. Arkadaşlarının sosyal medyadan yaptıkları canlı yayın için onu çağırdığını duydu ve gülerek yanlarına gitti.
Arkadaşlarını başka bir planı olduğuna inandırıp evine istediği gibi erkenden gitmeyi başarabildi. Evinin balkonunda oturup sessizlik içinde hiçbir şey düşünmeden oturmayı istiyordu. Ama anne ve babasının anısı onu rahat bırakmadı. Anne ve babasının resimlerinin ona kızdığını hissediyordu, anne ve babası yıllarca yaşayabilirdi, sanki yaşamdan uzaklaştığı için ona kızıyorlardı. Yaşayacak çok şeyleri vardı ama onun ki bitmişti. Ailesinin ölümü onun üzerinde büyük bir tesir bırakmamıştı, bu da onun suçu değildi. Keşke kazada ölen ben olsaydım diye düşündü. Sonra yıllardır ruhunun arka köşesine attığı ölüm fikriyle yüzleşti o an. Ölümü deneyimlemek istedi ölüm korkusunu tatmak, iliklerine kadar yaşamak ve yaşamak istedi. Ve Deniz’in ölüm yolculuğu işte böyle başladı.
Yaklaşık bir saat sonra Deniz’in elinde yetmiş sekiz şırınga vardı. Yetmiş sekiz şırınganın yetmiş yedisinde uyku ilacı birinde ise zehir vardı. Ve şırıngaları kullanmak için 78 günü. Kendini birden öldürmek bu deneyimi tatmasına engeldi. Oysa bu bir yolculuk olmalıydı diğer insanlar gibi ölümü, ölüm korkusunu tatmalıydı, belki yaşama sımsıkı tutunmalıydı o da. Daha önce gittiği ülkelerde insanlara iğne yaparak onları yaşatmıştı, şimdi aynı iğnelerle kendini öldürüyordu.
Odasındaki siyah kutunun içine koydu iğneleri. Her gün bir iğne yapacaktı, uyanıp hayatına devam edecekti, eğer ki şırıngada zehir varsa ölecekti… 78 gün boyunca neler hissedebileceğini düşündü ve ilk şırıngayı çıkardı. İğneyi kendine yapmadan önce elleri titriyordu. Bir an yapamayacağını düşündü. İlk defa böyle bir heyecan hissetmişti hayatında, karnı ağrıyor başı dönüyor ve heyecanlanıyordu. Ölüm böyle bir şey diye düşündü. Cesaret edip iğneyi kendine yaptı. Saat 23.59’du. Deniz Kaptan 27. yaş hediyesini vermişti, ölüm ya da yaşam… Deniz’in bilinci gittiğinde yeni gün başlamıştı…
Yalnızca bir an ölümden vazgeçebileceğini düşündü. Ama bu fikri kafasından çabucak uzaklaştırdı. Uyandı, yaşıyordu… Kahvaltısını yaptı daha önce kendini hiç bu kadar mutlu hissetmemişti. Öleceğini sanmıştı ama hala hayattaydı. 78 gün içinde öleceğini bilmek insanı hayata daha da çok bağlıyordu. Ölmediği ilk gün, yaşamasına izin verilen ilk gün, ilk saatler güneşi hissederek yürüdü, güneş tenini yakıyor ve bu onu yeni doğmuş bir bebek gibi hissettiriyordu. Sahilde sabahın erken saatlerinde yürürken yaşamanın olağanüstü bir şey olduğunu düşündü. Fotoğraf makinesi yanındaydı o gün. Akşama kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamadan fotoğraf çekti. Güneşin batışı, balıktan yeni dönen balıkçılar, birbirlerine aşkla bakan sevgililer hepsini çekti. Uzun süre sonra kendini ilk defa bu kadar zinde hissetmişti. Yalnızca bir an ölümden vazgeçebileceğini düşündü. Ama bu fikri kafasından çabucak uzaklaştırdı. Yaşadığı hayatla ölüm arasında olma hissi, sayılı gününün kaldığı hissi o kadar tatmin ediyordu ki planını uygulamaya devam etmeye karar verdi. Ölümden korkmak, diğer insanlar gibi hissetmek, öleceğini bilmek Deniz’i mest ediyordu, ölüm korkusu onun ilacıydı. Biliyordu ki planını sonlandırsa yine tekdüze, sonsuzluk kadar uzun gözüken hayatına geri dönmek zorunda kalacaktı.
Akşama kadar etrafta dolaştı, yaşamı içine çekti ve el ayak çekilince evine döndü. Bir an bile tereddüt etmeden ikinci iğneyi yapmaya karar verdi. Ölebilirdi, olsun diye düşündü. ”Ölmeden önce yaşamının en güzel yanını yaşadım” diye geçirdi içinden. 2 Ekim akşamıydı, ölmemişti.
Sabah yine kuş seslerine uyandı, uyku ilacından dolayı fazla uyumuştu. İlk defa bu kadar geç bir saatte kalkıyordu. O gün de, bir önceki gün gibi fotoğraf çekmekle geçti. Yaşama sıkı sıkı bağlandığını hissetti, ondan kopmak istemiyordu ancak biliyordu ki insan ancak yakın zamanda kaybedebileceği bir şeye bu kadar bağlanabilirdi. Günler ve iğneler birbirini kovaladı, her gün yaşama ilk günlerden daha az hevesle uyansa da yaşamın o büyüsünün yakında gideceğini bilmek, onun planına daha da sıkı tutunmasına sebep oluyordu. Öleceğini bilmek, her iğneyi yaptıktan sonra gelen adrenalin hissi onu yakında sonlanacak hayatına ve planına bağlıyordu. Bu, onun şu ana kadar hissettiği en doyurucu duyguydu. İğneyi yaparken kayıp parçasını bulmuş gibi hissediyor, son anlarını yaşayan insanlara has o özel duyguya kapılıyor, kendini bırakıyor ancak her gün her sabah yeniden uyanıyordu. Onu bu düşünceden bir an uzaklaştıran hiçbir şey olmamış mıydı? Evet olmuştu. Yıllardır görüştüğü arkadaşı bebek bekliyordu, her gün yardım ettiği yoksullar, rastgele yemek yedirdiği çocuklar onun yaşamına dua ediyordu. Deniz insanlara teşekkür ediyor, içindense bu dualara yalnızca gülüyordu.
İğneyi kendine yapmasının üzerinden yirmi yedi gün geçmişti…. 27 gün nasıl olurdu ki onu 27 yıldan daha çok doyurabilmişti, tatmin edebilmişti?
Her gün babasının “Andan Kareler” adlı koleksiyonuna bir yeni fotoğraf ekliyor ve kendini yaşamın içinde, tam ortasında hissediyordu. Fotoğrafların teması, insanların gözünden yaşama olan bağlılıktı. 27.gün iğneyi yapmadan önce tereddüt etti, umarım fotoğraflarımı beğenirler diye düşündü. Gerçi onun sanatı çektiği fotoğraflar değil kusursuz ölüm planıydı artık bunu biliyor, planını mükemmel bir şekilde gerçekleştirme arzusuyla doluyordu… Şırıngalardan birini seçip kendine yaptı, uykuya dalacaktı birazdan buna inanıyordu, bugün ölmeyecekti. Bugün ki ilacın dozu fazla olmalıydı, uyku mayhoş ve derindi. Deniz’i karanlıklara çekiyor, çekiyordu ve büyüleyici bir tarafı vardı. Gözleri kapanmadan önce son gördüğü tavanındaki sarı benekti. Hayret, daha önce bu leke bu kadar siyahlık içinde gözüne çarpmamıştı! ”Belki bu minik sarı beneği daha önce fark etmeliydim.” diye düşündü. Belki önceden fark etseydi her yeri sarıya boyayabilirdi. Ama şu an her şey için çok geçti. Bitmişti.
“Deniz Kaptan 27 Ekim saat 11.55 de 27. yaşının 27.gününde sebebi belirlenemeyen bir komplikasyon sonucu öldü.” Ertesi gün gazetelerin, haber bültenlerin başlığında bu vardı. Ölümü dostları için şok etkisi yaratmış ve hepsini sarsmıştı. Ertesi gün mezarlıkta hepsi bu genç, şanslı, yetenekli, yakışıklı adamın ölümünü konuşuyordu. Mezarlık insanların konuşmalarına ölüm sebeplerini tahmin etmelerine şahit oluyordu:
-Rahmetli neden ölmüş vah vah çok genç sağlıklıydı bir delikanlıydı neden öldü bu yaşta?
-Kalp diyorlar, kalbi yüzünden öldü.
Cenaze bittikten sonra herkes gitmişti, gün yavaş yavaş bitiyordu. Mezarlık sessizleşmişti. Yaşamın bittiği, ölümün başladığı hissediliyordu. Oysaki mezarlıkta yeni bir gün başlamıştı… Kuşlar yağmuru karşılarcasına yumuşak ötüşüyor, yılın ilk yaprakları dökülüyordu. Nihayet sonbahar gelmişti…
SON.