
Yaklaşık 1 asırdır ayrı bir bilim dalı olarak değerlendirilen psikoloji, yıllar geçtikçe popülaritesini katbekat artırmış olan bir alandır. Günümüzde özellikle Sigmund Freud, Carl Gustav Jung ve Abraham Maslow gibi psikoloji tarihi açısından bir hayli önem arz eden figürlerin bir popüler kültür öğesi hâline geldiğini görmek, bu durumu destekleyecektir.
Bu uzun süreç içerisinde psikolojiye gerek bilim çevrelerinden, gerek toplum içinden, gerekse bizatihi psikoloji biliminin içerisinden bazı eleştiriler yöneltilmiştir. Bu doğrultuda psikoloji; pek çok görüş, pek çok yaklaşım ve pek çok ekolün gelişimine sahne olmuştur. Peki tüm bu gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda psikoloji bu eleştirileri ne ölçüde aşabilmiştir?
Bu başlıkları konunun uzmanına, benim de öğretmenim olan Prof. Dr. Orçun Yorulmaz’a sordum. Kendisi de tüm bu konuları bir bilim insanı gözüyle değerlendirdi ve ortaya bu güzel söyleşinin çıkmasını sağladı. Bu yazı aracılığıyla kendisine yeniden saygılarımı ve teşekkürlerimi iletiyor, bu metin için tüm psikoloji öğrencileri adına minnettar olduğumu belirtiyorum.
Söyleşi, okuyucunun konuyu daha rahat takip edebilmesi ve özümseyebilmesi adına 7 ana başlığa ayrılmış durumdadır. Bu 7 başlık sırasıyla baştan sona okunabileceği gibi birbirinden bağımsız olması nedeniyle okuyucunun ilgi duyduğu konuya göre ayrı ayrı da okunabilir. Keyifli okumalar diliyorum…
– Ruhbilim Kavramı Üzerine
Mert:
Bugün sizinle psikolojinin bilimselliği üzerine konuşmak istiyorum. Tarih boyunca psikolojinin bilimselliğine yönelik yapılan bazı eleştiriler var. Psikoloji bunları ne kadar yenebildi, hangisinin üstesinden gelebildi, nasıl bir gelişim seyretti, bunları konuşmak istiyorum. Öyleyse, belki hafif bir başlangıç yapmak adına şu soruyla başlayabiliriz diye düşünüyorum: Biliyorsunuz psikolojiyi Türkçeye “ruhbilim” olarak çeviriyoruz. “Ruh”, bilimsel bir kavram mıdır? Eğer bilimsel bir kavram değilse bu durum psikolojinin bilimsel olmayan bir temel üzerine kurulduğu yönünde bir anlatıya yol açar mı?
Orçun Yorulmaz:
Psikoloji alanının belirgin ölçüde bir dezavantajı var. Tarihsel olarak da öyle, bugün de aynı dezavantajı sürdürüyor. Başlangıcında bilim dalı olarak ayrışması anlamında pozitif bilimlere, temel bilimlere daha yakın bir yaklaşım sergilemiş. Genel psikoloji olarak da alt alanı olan -benim alanım olan- klinik psikoloji olarak da… O nedenle o belirsizliği ortadan kaldırmak üzere zaten bilimsel yöntem, ölçme değerlendirme, kavramlar soyut da olsa onları somuta dönüştürme, şekle, biçime, sayılara, rakamlara, nicel değerlere dönüştürme eğilimi, o bilimsel yöntemin arkasındaki ana fikir olmuş. Psikolojinin dezavantajı o dönemde de işte, 1800’lerin sonundan beri bilim dalı olarak ayrıca tanımlanmasından beri, “Wundt’un laboratuvarı” ya da “Witmer’in çalışmaları” gibi tarihlense de başlangıcında zaten çok ayrı bir bilim dalı değil aslında. Daha çok temel bilimlerle, tıpla, fizyolojiyle çok daha yakın ilişkileri, omuz omuza ilişkileri var. Felsefe kökeni sonrasında bana kalırsa biraz daha keşfe gidiyor, daha derinlemesine… bilim dalı olarak söylüyorum felsefe kökenini. O dönemki bu kararsızlık, dezavantaj bugün de devam ediyor çünkü psikoloji aslında soyut kavramlarla ilgileniyor.
Yani “Ruh bilimi”… Evet, tartışmalı. Ama “davranış bilimi” de bir anlamda tartışmalı bir terim hâline geliyor. Psikoloji, dolayısıyla hem pozitif bir tarafı olan hem de sosyal bilimlere yakın olan bir alan. Dolayısıyla en büyük ikircikli durumu da burada yaşıyor. Bir yandan tamamen sosyal bilimlere kayması ya da felsefe, sosyoloji gibi diğer bilim dallarıyla bir aradaki yönü -aslında oradan çok güzel besleniyor bu arada, oradan çok önemli destekleri var, kökenleri bir yandan oraya da giriyor elbette, fikirleri orayla da bağlantılı, klinik psikoloji açısından oraya da dayanır aslında- ama bir yandan da örneğin, Fen-Edebiyat Fakülteleri’nin altında Türkiye’de. Yurt dışında da öyle, yalnızca bize özel değil.
Niye? İşte, psikoloji diğer yandan fen tarafıyla da yakın ilişkilidir. Örneğin biz fen bölümündeki hocalarla konuştuğumuzda birbirimizi daha iyi anlayabiliyoruz. Sosyal bilimlerde de anlıyoruz ama orada da sıkıntı yaşadığımız yerler var burada da. Yani sanki bir ayağı bir tarafta, bir ayağı diğer tarafta kalmış bir bilim dalı gibi. Bu biraz da çalışma alanının belirsizliğinden, soyutluğundan kaynaklanıyor. Yani, “Ruhbilimi demeyelim”. O zaman “psişe” ne demek? Ya da işte “Davranış bilimi demeyelim.”. Tamam, davranış çok somut, gözlemlenebilir bir taraf ama bunun gözlemlenemez, yani zihinsel süreçleri de var… Özetle, toparlarsak yani, bana kalırsa psikolojinin başlangıçtan itibaren bilim dalı olarak ayrışmasıyla birlikte o sınırlar belirlenmiş ya hani, baştaki bilimsel yöntem ile çerçeve belirlenmiş. Onu kullanmışlar araç olarak ama günümüzde yavaş yavaş bence yöntemsel gelişmelerle birlikte psikoloji belki de yakın gelecekte -ne kadar yakın bilmiyorum ama- gelişebilecek yöntemlerle birlikte bu konuda ilerleme sağlayacak gibi geliyor bana.
Çünkü, -çok dağıtmadan da söylemeye çalışıyorum cevabımı anlaşılır olması için- şimdi bir dönem örneğin tarihsel olarak, bilimsel yöntem olarak tamamen somut, ölçülebilir yöntemlerle, deneysel laboratuvar çalışmalarıyla başlamış. Evet, ölçülemeyen hiçbir şeyi dâhil etmemiş, dikkate almamış bir alandan söz edebiliriz başlangıç noktasında. Ama bir süre sonra bilişsel faktörler, beklentiler, klasik öğrenme, davranışçılığın ötesinde kavramlar gündeme gelmeye başlamış. Şu an onları “dolaylı ölçüm araçlarıyla” test etmeye çalışıyoruz ama belki yakın gelecekte elde edeceğimiz farklı yöntemlerle bu ikircikli durumu çözme aşamasına girebiliriz. Örneğin zihni, düşünceyi daha somutlaştırabileceğimiz, değerlendirebileceğimiz farklı yöntemler çıkarsa bu durum gelecekte belki değişir. Ama biz büyük ihtimalle psikoloji alanı olarak böyle geldik böyle gideceğiz.
Mert:
Ben de zaten röportajın sonunda bunu soracaktım size, “Bir pozitif bilim miyiz, yoksa bir sosyal bilim miyiz?” diye… Öyleyse bu konuyu daha ayrıntılı olarak yeniden konuşuruz.
– Sürekli Değişen Tanı Kriterleri Üzerine
Mert:
Şimdi psikoloji alanına yönelik -halk tarafından- yapılan bir eleştiriyi sormak istiyorum. Farklı tanı sınıflandırma sistemleri var. Bununla birlikte sürekli olarak değiştiğini söyleyebileceğimiz bazı tanı kriterlerimiz var. Bu durum bize ne söylüyor? Acaba bu durum bir güven sorunu mu teşkil ediyor yoksa psikolojinin gelişme kat ettiğini mi gösteriyor?
Orçun Yorulmaz:
Şimdi ben klinik psikoloji perspektifinden konuşacak olursam, oradan başlayayım, psikolojiyi genel olarak değerlendirmek de zor, anlatmak da zor, konuşmak da zor… Çünkü psikolojinin alt alanlarına bakıldığında onlar da o belirsizlikleri farklı ölçüde, farklı yönleriyle yaşıyorlar. Sağlık alanında, klinik psikoloji açısından eleştirel bir bakışın önemli olduğuna inanıyorum. Ben de derslerimde ya da konuşmalarda bu eleştirel yönü anlatırım. Ama eleştirel yönü anlatırken elimizdeki araçların farklı özelliklerini, farklı yönlerini görmenin kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ne demek istiyorum? Şöyle… Tanılar, psikiyatrik rahatsızlıklar bence çok kıymetli. Eleştirel tarafına da geleceğim ama öncelikle bu bir ihtiyaç. Toplumsal olarak da bizim muzdarip olduğumuz, bize etkileri olan, yalnızca Türkiye değil dünya koşulları itibariyle de bize bir şekilde dönüşü olan bir durumdan söz ediyoruz. Bireysel olarak da benim yaşam kalitemi etkileyen olumsuz bir duygu durumu yaratan bazı rahatsızlıkların olduğunu biliyoruz. Şizofrenide görülen birçok rahatsızlıkla, belirtiyle ilgili şeyleri ben de gündelik yaşamda yaşayabilirim bir tanım olmasa dahi.
Yani söylemek istediğim, insanların yaşam kalitesini, hayatını çok olumsuz yönde etkileyen psikiyatrik sorunlar gerçekten var. İnsanları kendi hâline bıraktığımız zaman o kişinin yaşam kalitesi sadece kendi başına işlevselliği bozacak şekilde gitmiyor. Hem daha iyi yaşayabilecekken, daha sağlıklı olabilecekken ve çevresine, kendisine daha katkıda bulunabilecek bir insanken, yaşama kıymet verme, değerlendirme anlamında bu kişi daha geride kalabiliyor. Ayrıca aile üyeleri de etkileniyor, toplum da etkileniyor. Şimdi dolayısıyla psikiyatrik tanıların bir etkisi var, psikiyatrik tanılar gerçekten var.
Tanımlanmaya başladığı tarihlerden itibaren, akıl hastanelerini eleştiririz, akıl hastanelerinin yüksek duvarlarını, güvenlikli yerler olmasını, toplum dışına itilmesini eleştiririz elbette ama toplum içerisinde tedavinin yetersiz olduğunu da görüyoruz gelişen değişimlerle birlikte. Tarihsel olarak bakıldığında insanlar bir dönem akıl hastanelerine kapatılmış. Sonra toplum içinde tedavi edilmeye çalışılmış. Değişkenlik göstermiş zaman içerisinde… Ama toplum içerisinde tedavide de hâlâ yol almamız gereken çok yer var. O da tek başına yeterli değil, bu alan da aynı psikolojinin tanımlanması gibi, değişen ve gelişen bir alan.
Şimdi psikiyatrik rahatsızlıkların gerçeklik payı var bir yandan, bunu kabul edelim. DSM gibi ana referans kaynakları 1950’lerden başlayacak biçimde neredeyse tüm dünyada kabul edilir (ya da ICD ve DSÖ kaynakları). Bu tanıları tanımlamak, bu belirtileri koymak, değerlendirmek, sorgulamak zorunda. Yani benim insanlarla yurt dışında herhangi bir kişiyle belli bir konuda uzlaşabilmem için tanı isimlerine ihtiyaç vardır. Bu klasik bir şeydir, örneğin anormal psikolojide bir tanının yararlarıyla ilgili bir tanımlamadır.
Şimdi, gerçekten sorunu olan insanlara yardımcı olmak önemli bir amaç. O insanların hem yaşam kalitesini artırmak hem de topluma ve kendilerine katkıda bulunmalarını sağlamak… Bu taraf iyi, güzel ve bu taraf gelişecek. Yani tanılar başladığı tarihten itibaren artıyor sayı olarak, 100’lerden başlayıp şu an 300, 400’e kadar çıkan tanı çeşitliliği var psikiyatride. Büyük ihtimalle de o tanılar yıllar geçtikçe daha da artacak, azalmıyor, azalmayacak da görünen o. 70-75 yıldır, DSM’nin başından bu yana kadar içeriği sürekli revize ediliyor, sürekli edisyonlar, yeni baskılar, yeni değişiklikler yapılıyor, yeni tanılar ekleniyor. Bu, hızlı değişen bir süreç.
Özellikle bu söylediğim, tanının faydalı olması kısmı hastanelerde, psikiyatri kliniklerinde çok net şekilde görülür. Çünkü insanlar bir şeylerden muzdarip, destek almaya geliyorlar, rahatsızlar, sıkıntıları var… Bu yönü artı yönü, bunun diğer yönü de var, bunun üzerine çok konuşulur ama özet geçiyorum. Bunun eleştirel bir yönü daha var. O da tanıların aslında temel amaçlarını zaman zaman aşabildiği ya da temel amaçlarının ötesinde hedeflenmeyen, tahmin edilemeyen, öngörülemeyen yönleri olduğu. Yani aynı psikoloji biliminin sınırlarının belirsiz olması gibi, madem oradan başladık, tanıların da sınırları çok net değil. DSM gibi, ICD gibi referans kaynaklarımız var, hangi tanı özellikleri, kime hangi tanı verilebilir gibi listelenmiş özellikler var. Ama gerçek dünyada yine tanıların çeşitliliği, birbiriyle örtüşüklüğü ya da eş tanılar gibi, aynı anda birden fazla tanıdan rahatsız olma gibi özelliklerden ötürü insanlar o grupları da kapsayabilmek adına sürekli tanılar üzerinde çalışıp yeni şeyler eklemeye çalışıyorlar.
Şimdi mesela, teknoloji bağımlılığı, internet bağımlılığı çok konuşuluyor ama DSM’de internet bağımlılığı yoktur, DSM’de “İnternette Oyun Oynama Bozukluğu” vardır. İnternet bağımlığı bir yandan çok güzel bir örnektir çünkü hayatımızın merkezindedir. Bir yandan onu kullanarak zaten ihtiyacımızı gideriyoruz, bir yandan da bağımlılıktan söz ediyoruz. Akıllı cep telefonlarında ekran süresi diye bir kavram var. Mesela öğrencilerin bir kısmı ders notlarını oradan alıyorlar sınıfta, oradan internette araştırma yapıyorlar, Scholar’dan, kütüphane kaynaklarından o şekilde yararlanıyorlar. Dolayısıyla hayatın bu kadar içinde olan bir durum için biz bağımlılık diye bir tanımlama yapmaya çalışıyoruz. Bu, işin zor tarafı.
O yüzden, tanıların etiketleme, damgalama, toplumun ötekileştirmesi, dışsallaştırması, tanı etiketlerine uymayan insanların hâlâ tedavi arıyor oluşu, bir grup insanın tanı almaktan korktuğu için doktora gitmeyerek tanı almadan toplum içinde yaşamayı sürdürmesi gibi (bu çok çeşitlendirilebilir) yönleri de var. Yani tanı bir yandan var, bu bir ihtiyaç ama diğer yandan tedavi edilemeyen bir tanı yumağı hâline de gelebiliyor, eleştirel bakış da bunu söylüyor.
Eleştirel psikiyatri, eleştirel psikoloji zaten bu tür bakış açılarını ele almaya çalışıyor. İşte, eleştirel yaklaşımın temsilcilerinden bir tanesi olan Thomas Szasz’ın klasik bir sözü var ya, “Tanrının sizinle konuştuğunu söylediğinizde insanların bakış açısı, bulunduğunuz pozisyona göre değişkenlik gösterir.” Yani dini bir figür olmanız başka bir durumdur, tanrıya yakarışınız başka bir durumdur, bağlam, ortam ve koşullar çok önemlidir. Yani yine oraya geliyoruz: Tanı işe yarar bir şey ama aynı zamanda tanının beraberinde gelen yönler, özellikler bu işi belirsiz kılıyor, netleştiremiyoruz. Çünkü elimizde o kadar aygıt yok. O yüzden bu koşullar belki yakın gelecekte değişebilir ama orada da başka belirsizlikler çıkacaktır çünkü insanlardan söz ediyoruz.
Son olarak bir de alan gelişiyor. Bak mesela hemen aklıma gelen bir şey, “ruh bilimi, ruhsal rahatsızlık, akıl hastalığı, akıl sağlığı…” Şimdi de “psikolojik sağlık” terimi yayılmaya başladı. Yani terimler, kavramlar da evriliyor, değişiyor. Dolayısıyla bu alan öyle kolay çözülebilecek bir alan değil. Değişkenlik gösterecek, tanılar artacak, tanı araçları artacak, çünkü ihtiyaçlar farklı. Freud’un yaklaşımı çok iyi bir yaklaşım olsaydı klasik psikanaliz tek başına birçok şeyi çözebilirdi. Çünkü çığır açmış bir yaklaşım ama günümüze baktığımızda 400 civarı birbirinden farklı psikoterapi yaklaşımı var, psikolojik müdahale yaklaşımı var. Dolayısıyla o daha gelişmeye, köpürmeye devam edecek diye düşünüyorum.
Mert:
Yani birincisi tanıların var olduğundan, onların gerçekten olduğundan eminiz, ikincisi bunların bir ihtiyaca karşılık verdiğine eminiz ancak neden sürekli değiştiği konusu biraz belirsiz ve bu konuda eleştirilerin yapılması doğal.
Orçun Yorulmaz:
Neden değişiyor? Zemin bu kadar kaygan olmak zorunda mı? Zemini netleştirmek için neler yapabiliriz? İşte standartlarımız olması gerekir mi? Çünkü standartlar dünyasında yaşıyoruz aslında, gündelik yaşamda da örneğin derslerin standartları var, geçme notları var. Hayatta da öyle, mesleklerin özellikleri, standartları var, o meslekler için ona sahip olmanız gerekiyor. Diplomalarını almak için belli koşulları yerine getirmeye çalışıyorsunuz. Standartlar dünyasında yaşıyoruz, belki de o standartların nasıl ve ne olduğu esas tartışma konusu.
– Psikolojinin Plaseboya Üstünlüğü Üzerine
Mert:
Şimdi, 400 farklı psikoterapi tekniğinden söz ettik. Bunların tamamına yakınının, en azından birçoğunun, kişinin rahatsızlığına karşılık geldiğini, buna cevap verdiğini, onu belli açıdan iyileştirdiğini, kişinin sağaltımına katkıda bulunduğu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Fakat bununla birlikte bu durum tek başına psikolojinin bilimsel olduğunu göstermiyor bize. Çünkü örneğin, doğanın gücüne inanan bir insanın bir ağaca dokunduğunda rahatsızlığını belli ölçüde gideriyor olması da bizim karşımıza bir tür sağaltım yöntemi olarak çıkabilir. Öyleyse psikoloji bu noktada bize nasıl bir fark sunuyor?
Orçun Yorulmaz:
Psikoloji bize nasıl bir fark sunuyor? Psikoloji literatürüne göre psikoterapinin büyük babası Anton Mesmer’dir, Mesmerizm de buradan gelir. Anton Mesmer 1700’lü yıllarda bir hastanın vücudundaki sıvıları uzaktan elleriyle kontrol ederek, kişiyi yönlendirdiğini iddia eden, kişiyi tedavi ettiğini iddia eden bir isim. Bilimsel yönü olmadığı, bilimsel yöntem kullanmadığı ya da sistematik bir şekilde (bilim nedir diye de tartışılabilir ama…) uluslararası geçerliliği olan, farklı kültürlerdeki insanların da kabul edebileceği, yöntemsel özelliklerle tekrarlayabileceği bir teknik olmadığı için o dönem kendi dünyasında dışlanmış ve şarlatanlıkla suçlanmış bir karakter. Ama psikoterapinin de büyük babası olarak değerlendiriliyor. Çünkü psikoterapi dediğiniz şey, danışanla terapistin, karşılıklı bir araya gelerek yaptığı bir eylem. “Konuşma terapisi”…
Şimdi oradan bugün 2023’te geldiğimiz noktaya baktığımızda epey bir yol kat ettik. Nasıl kat ettik? Araştırma yöntemleri, bilimsel yöntem, sistematik veri toplama, analiz etme, değerlendirme, nitel-nicel yöntemler, istatistiksel karşılaştırmalar, değerlendirmeler ve de bence en önemlisi burada öne çıkan yönleriyle -yine gelişen ve değişen bir alandan söz ediyoruz bu arada, onu da söyleyeyim- ölçütler var, standartlar var. Yani bir psikoterapi yönteminin, bir psikolojik müdahale yönteminin işe yarayıp yaramadığı sorusu geçmişte geçerliymiş. İşe yarıyor mu bu yöntem? Ağaca dokunmak, bilimle, doğayla uğraşmak bana iyi geliyor mu? Yani sorunun yanıtı “evet” ya da “hayır”, o dönemdeki olanaklar araştırmacıları bu soruya itmiş… “Şu yüzden evet.” ya da “Şu yüzden hayır.” Her şey rakamsal, evet ve hayırla, 1 ve 0’la kodlamak mümkünmüş zamanında.
Ama artık 1 ve 0 ile kodlamanın yetmediği bir dönemdeyiz. Soru çoktan değişti. Soru artık bir yöntemin işe yarayıp yaramamasının ötesinde onun ne kadar işe yaradığının, hangi koşullarda işe yaradığının, nasıl etkili olduğunun gösterilmesi gereken bir alana doğru gidiyor, “spesifikleşiyor” yani. “Hangi yöntem, hangi terapistle, hangi danışanla, hangi soruna, ne zaman, ne kadar süreliğine etkilidir?” gibi artık çok daha farklı sorular sormak durumundayız. Neden bu kadar farklı sorular sorabiliyoruz? Çünkü elimizde yöntemlerimiz gelişti. Araştırma yöntemleri, istatistiksel yöntemler, soruları analiz etme, değerlendirme yöntemleri. O yüzden hani artık bir terapinin işe yararlığından öte uluslararası standartlar var. Diyor ki “Şu şu özellikleri barındırıyorsa bir yöntem, farklı araştırmacılarla yapılan çalışmalar, nicel değerlendirmeler, farklı hasta grupları, randomize kontrollü çalışmalar, etkinliğini ispatlayabilecek heterolojik spesifikleştirmeler ya da özellikler… bunları sağlıyorsa evet, bir tedavi yöntemi işe yarıyor olabilir” gibi bir noktaya gelmiş durumdayız.
Bu soru bana şunu da çağrıştırıyor tabii, o da bir yöntem, röportaja ne kadar dâhil olur bilmiyorum ama “psikoterapinin plasebodan farkı ne?” Yani doğaya, ağaca dokunmak psikoterapötik mi gerçekten? İyi hissediyorsa bir insan bu, onun işe yaradığının göstergesi midir? Yani, kullandığınız yöntem, ortam, koşullar vs. Bu bir tartışma konusudur literatürde zaten ama onun hemen bir karşı argümanı vardır: Plaseboya karşı üstün olduğunu gösterme gerekçesi anlatılmaya çalışılır. İşte, “psikoterapi işe yarıyor” yetmiyor, o soru artık hangi durumda, hangi grupta, hangi sorunda, hangi terapi yöntemi, hangisine kıyasla… gibi değişkenlerle spesifikleştirilebiliyor.
Plasebo konusu bizi bir yerlere götürüyor, götürmek zorunda zaten. Aksi takdirde… 400 terapi yaklaşımı var ama bunlardan gerçek anlamda standardizasyonu olan, belirli özellikleri barındıran tedavi yöntemleri, kabul edilebilir bilimsel yöntemler zaten kabaca -büyük olasılıkla- 20’den fazla değil. Kaldı ki bir yöntem her sorunda işe yarar değil zaten, belli sorunlara özgü tanımlamalar var.
Mert:
Plasebo konusunda şunu söyleyebilirim belki, “cinci hoca” diye tabir ettiğimiz birinin, dindar bir insanın sahip olduğu o histerik belirtileri gidermesi söz konusu olabilir ancak dindar olmayan bir insanda işlemeyecektir bu…
Orçun Yorulmaz:
Tabii, tabii… “Tüm tedavi yöntemleri aslında bir tür inanç meselesidir.” der eleştirel psikiyatri, Thomaz Szasz’ın yine başka bir görüşü. Eğer inanıyorsanız, bir şeyin işe yarayacağına bir inancınız varsa o yöntemin işe yarama olasılığı artar. Ama bu bir olasılıktır. Yani tek başına bir aracı faktör değildir. Terapötik ittifak, terapötik iş birliği psikoterapide önemli bir faktördür, bazen spesifik tekniklerden daha çok işe yaradığı da bilinir ama tek başına işe yaramaz. “Ben şimdi terapistimin bana yarayacağını düşündüm ve iyileştim” ya da “iyi hissettim” gibi bir durum olmuyor.
– Rosenhan Deneyi Üzerine
Mert:
Rosenhan Deneyi psikolojide ve bilimde neleri değiştirdi? Bu deney sonucunda yayımlanan makale hangi sorunlara karşılık geldi? Bununla birlikte gelecekte yeniden bir Rosenhan Deneyi benzeri bir şey gerçekleşebilir mi?
Orçun Yorulmaz:
Gerçekleşse ne güzel olur, oradan başlayalım. Literatürü takip etmedim son zamanda, hani “var mı bunu tekrarlayan çalışmalar?” gibi. Rosenhan’ın 1970’lerde yaptığı, akıl hastanelerinin gizemli rolünü ortaya çıkarması anlamında, psikiyatrinin ya da psikolojik sağlık uzmanlarının ne kadar uzman ve yetkin olduğunun tartışılmasını sağlayan bir çalışma. Yani psikiyatrideki tanı kriterlerinin aslında çok güvenilmez olduğunu ve kandırılabileceğini gösteren bir çalışma.
Günümüzde “temaruz” dediğimiz, yani psikiyatrik raporlarda, kazanç elde etme yöntemi olarak insanların sahte sendromlarla rol yapması da aslında onun farklı örnekleri olabilir. Yani bir öğrencinin, madem öğrenciler üzerinden konuşuyorduk, bir öğrencinin sağlık raporu alarak sınava girmemesini sağlayabiliyorsunuz. Sağlık raporu gibi bir kaynak öğrencinin sınava girmemesini sağlayabiliyor. Ama o raporu gerçekten alıp almadığını bilmiyoruz. Yani sağlık raporu nedir? Gidersiniz bir hekime, şikayetinizi anlatırsınız ve raporunuzu alırsınız. Raporunuzu aldığınızda o durumlardan muaf olursunuz. Şimdi bu sağlık raporunda muafiyet konusu enteresan bir konudur çünkü birileri size rapor vererek resmi olarak sizin bahanenizi netleştirir, kabul eder.
Şimdi psikiyatrik sorunlarda bu bahaneler, bu belirtiler, bu sıkıntılar çok daha soru işaretli. O nedenle örneğin, “Benim kan şekerim düştü, tansiyonum, nabzım, fizyolojik ölçümlerim benim hasta olduğumu, ateşim olduğunu gösteriyor.” denilebilir. Ama psikiyatrik rahatsızlıklarda “Ben halüsinasyon görüyorum” gibi bir uç örneği düşünürsek bunu somut olarak fizyolojik ya da direkt ölçümlerle tespit etmeniz çok mümkün değil. Dolaylı ölçütler kullanıyoruz, dolaylı değerlendirmeler, uzman görüşü, hastanın rapor edilmesi, insanların bildirimleri, gözlemleri vs. Bunların hepsi dolaylı ölçüm ve soyut olduğu için esneme payı, güvenirlik payı çok soru işaretli olabiliyor. O yüzden Rosenhan’ın deneyi tanıların güvenirliğini artırma yönünde psikiyatri ve ruh sağlığı, psikolojik sağlık alanındaki uzmanların dikkatini çekiyor. Demek ki öyle bir sistem oluşturmalıyız ki tanıda standartlarımız olmalı ve o standartlar çok daha netleştirilmeli.
O yüzden Rosenhan’ın o deneyi DSM gibi referans kaynaklarında tanıların, belirtilerin netleştirilmesi, spesifikleştirilmesi, çerçevesinin belirlenmesi, gözden geçirilmesi anlamında muazzam bir etki yaratıyor, dikkat çekici bir revizyon yaratıyor. O yüzden DSM’ler şu an çok kalın. Yani DSM dediğimiz referans kaynakları hem dış dünyayı temsil edebilmesi anlamında sayfa sayısı olarak kalın hem de belirtilerin açıklanması anlamında… Ama işi zor, dediğim gibi “Benim hipertansiyonum var, kalp rahatsızlığım var.”, bunun EKG gibi somut ölçümleri olabilir ama psikiyatrik rahatsızlıklarda böyle bir aracımız yok.
O yüzden Rosenhan’ın bu deneyi birincisi, tanılarda güvenilirlik konusunda bir tartışma yaratıyor, ikincisi de akıl hastaneleri konusunda… Akıl hastaneleri aslında gizemli, korkulan, uzak durulan mekanlar. Akıl hastanelerindeki o gizemli ve korkutucu yaşantıyı ifşa etmek; o yaşantının tartışılmasına, o yaşantının gündelik hayatın bir parçası olmasına, belki de sokaktaki insanların bunun üzerine kafa yormasına, düşünmesine, bunu tartışmasına yol açıyor. Tanı belirtileriyle ilgili çalışmaları uzmanlar yapıyor ama halkı ne ölçüde etkiliyor? Halkta da aslında akıl hastanelerindeki yaşantının nasıl olabileceğine dair bir farkındalık, bir bilgi yaratıyor. Dolayısıyla o da toplum içerisinde değişime yönelik bir fikir veriyor gibi görebiliriz.
Mert:
Yani aslında psikolojinin bir bilim olmadığını göstermekten ziyade olumlu bir etki yaratıyor.
Orçun Yorulmaz:
Evet, evet. Benim açımdan bakıldığında bilimsel yönteme ne kadar ihtiyacı olduğu yani soyut kavramlarla çalışırken aslında somutlaştırma konusunda ihtiyacımızı göstermesi anlamında önemli bir deney. Yani hem belirtilerim yokken hastaneye yatıyorum hem de hastaneye yattıktan sonra hastanede yaşadıklarımı Rosenhan’ın deneyinde görüyorum. O yüzden iki boyutlu. Hatta boyutları daha da çoğaltılabilir, kademe kademe anlatılabilir.
– Kanıta Dayalı Yöntemler Üzerine
Mert:
Kanıta dayalı yaklaşımlar -tarihsel gelişimi düşündüğümüzde- psikolojide hangi boşlukları doldurdu?
Orçun Yorulmaz:
Yani… 1950’lerden itibaren “Psikoterapi işe yarıyor mu?” sorusuna “Evet yarıyor.” ya da “Hayır, yaramıyor.” diye bakılmış çünkü elde yöntem az. Psikanalitik Kuram var o dönemde, Davranışçılık yeni yeni filizlenmeye başlamış. Davranışçılık var ama verileri çok yeni. Alanda iki ana yaklaşım var -psikoterapi yaklaşımı, kabul görüş, yaygın olan şey açısından-. Diğer yaklaşımlar henüz daha emekleme aşamasında, o kadar dikkat çekmemişken o soruyla başlıyor, “İşe yarıyor mu?” sorusuyla… Ama bugün itibariyle psikoterapinin plaseboya üstünlüğü, Mesmerizm’den farkı, psikoterapinin bilimsel özellikleri, kanıtlanabilir özellikleri açısından bence çerçevesini çizmesi, kendini daha tanımlanabilir, güvenli bir yerde bulması, daha da işe yarar -tabii spesifik özellikleri taşıyorsa- hâle gelmesi, alanın -klinik psikoloji ya da psikolojik sağlık alanının- mesleki tanınırlığı, mesleki kabul görmesi anlamında çok yararlı. Bana kalırsa yine eleştirel bakılabilir bu arada parantez içinde ama yine de genel anlamda artı yönleri çok daha fazla.
“Kanıta dayalı yöntemler” dediğimiz kavram aslında “Hangi terapi yöntemleri gerçek anlamda hangi tür kanıtları gösterirse işe yarar kabul edilebilir?” ya da “Bir psikoterapinin gerçek anlamda terapi sayılabilmesi için hangi özellikleri barındırması gerekir?” sorularının yanıtıdır. Çünkü tabii bu işin ekonomik tarafı var: sigorta şirketleri, ekonomik olarak değişim maliyeti, eğitimi, eğitim programlarındaki psikoterapinin yeri, uzmanların rolü, hastalıklar, müdahale edilebilir hastalıklar… Bu anlamda birçok alana yansıması olan bir kavram.
1950’lerden sonra hangi kanıtların geçerli sayılabileceği konusunda bir uzlaşı yaratılmaya çalışılıyor, kanıtlar listelenmeye çalışılıyor. “Randomize kontrollü çalışmalar, bilimsel araştırma yöntemleri, ölçüm araçları, uygulamacılar, ölçüm yöntemleri, değerlendirme yöntemleri vb. gibi ne kadar özelliği barındırırsa aslında o kadar ‘kanıt’ olur ve gerçek anlamda bilimsel yöntem içeren bir psikoterapi tekniği olur” gibi bir anlayış benimseniyor. Tabii o da değişiyor zamanla birlikte, 1995’te kabul edilebilir uluslararası kanıtlar listelenmeye başlıyor. Çünkü kim kabul edecek o kanıtı? Yani “kanıtım var, benim terapi yaklaşımım işe yarıyor, bak böyle böyle kanıtlarım var” dediğimde beni kim değerlendirecek? Uluslararası geçerliği olan tarafsız organizasyonlar, örneğin Amerikan Psikoloji Derneği şu an için onlardan bir tanesi. Tabii her ülkenin kendi Sağlık Bakanlığı’nda birimleri de var ama en çok kabul gören şey APA.
Dediğim gibi, 1995 tarihinde başlıyor, şimdiyse onlar da değişiyor, kanıtlar da revize ediliyor. Bugüne kadar randomize kontrollü çalışmalar vardı. Randomize kontrollü çalışmalar günümüzde kanıta dayalı yaklaşımın en sağlıklı kaynağı idi, “idi”. Şöyle ki randomize kontrollü çalışmalar bilimsel yöntemin içsel geçerliğinin en yüksek olduğu yaklaşımlardır ama dışsal geçerliği düşük. O yüzden de artık duyarlı insanlar “Biz laboratuvar faresi değiliz, gündelik yaşam böyle yaşanmıyor, bu kadar spesifikleştirmek mümkün değil, seçkisiz atayamazsınız.” diyor. Örneğin benim hangi tedavi yöntemini alıyor olduğumu bilmem bile inanç meselesi anlamında çok önemli bir şey. O zaman “Farklı yöntemler geliştirelim, farklı kanıtlar bulalım” diye o kanıtlar da revize ediliyor. İşte, 2005 yılından itibaren farklı revizyonlar var, “grade sistemi” gibi farklı sistemler var. DSM’nin farklı edisyonlarının olması gibi kanıta dayalı yöntemler de zaman içerisinde gelişecek, gelişmeye de devam edecek. Farklı ayrıntılara doğru farklı kaynaklar, kanıtlar bulmayı sürdüreceğiz.
– Karl Popper ve Yanlışlanabilirlik İlkesi Üzerine
Mert:
Karl Popper biliyorsunuz 1935 yılında “Bilimsel Araştırmanın Mantığı” adında bir kitap yayımlıyor ve orada “yanlışlanabilirlik ilkesi”ni öne sürüyor. Onun döneminde 4 adet popüler teori olduğundan bahsediyor: Einstein, Marx, Adler ve Freud. Bunlardan yalnızca Einstein’ın teorisinin yanlışlanabilirliği barındırdığı, diğer 3 teori için ne söylerseniz söyleyin onları yanlışlamanın, teoriyi rafa kaldırmanın mümkün olmadığı, bu yüzden de bunların bilimsel olmadığı yönünde bir eleştiride bulunuyor.
Psikanaliz tabii 1935’te olduğu gibi kalmadı. Klasik psikanalizin yanında sonraki süreçte bir sürü Neo-Freudyen kuramcıyı görüyoruz. Aynı biçimde pek çok yaklaşım, pek çok psikoterapi yöntemi geliştirildi. Biz bu eleştiriyi psikoterapi yöntemleri için genelleyecek olursak psikoloji ve psikoterapi yöntemleri bu eleştirilerin üstesinden ne ölçüde gelebildi? Popper’in; psikolojinin ve psikoterapi yöntemlerinin bilimsel olmadığı yönündeki eleştirileri bugün hâlâ geçerliliğini koruyor mu?
Orçun Yorulmaz:
Eğer yanlışlanabilirlik ya da test edilebilirlik, farklı açıklamaları barındırabilirlik, bağlam gibi farklı yönlerden değerlendirilirse bu sorunun yanıtı “Evet”, hâlâ varlığını sürdürüyor, bu tartışma da varlığını sürdürüyor. Zaten Freudyen yaklaşımın, klasik psikanalitik yaklaşımın eleştirel noktalarından biri odur, yani her şeyi cevaplayabiliyor oluşu, her duruma uyarlanabiliyor oluşu. Ama günümüzde klinik psikoloji açısından konuşursak psikoterapi kuramları aslında bu kadar kapsamlı değil. Büyük ihtimalle öngörülen de o ki yakın gelecekte de o kadar kapsamlı teoriler olmayacak. Biz daha çok ayrıntılardan, yani farklı durumlara özgü kuramlardan söz edeceğiz. Yani bir kuram her durumu kapsayamıyor, çünkü kişiler arası çeşitlilik, farklılaşma bir yandan o kadar fazla ki bir kuramın, A sorununa özgü bir kuramın tüm bireyleri kapsayabilmesi ihtimali söz konusu değil.
Zaten yanlışlanamayan bir şey yaratmak ne kadar doğru, tartışmalı bir durum, gerekli mi zaten aslında bir yandan da ona bakılabilir. Sonuç olarak insanlardan söz ediyoruz. Einstein’ın kuramı bile aslında bugün (konuşma farklı yönlere gidiyor gerçi ama) kuantum konusunda farklı tartışmalardan söz ediliyor ya da Görelilik Kuramı’nda uzay-zaman, paralel evrenler konusunda… Doğa bilimlerinde bile bu esneme payı varken sosyal bilimler ya da insanlarla ilgili bilim dallarında bu esneme paylarının çok daha fazla olması gerektiğini düşünüyorum. Konuşmanın başında ölçüm yöntemlerinin değişmesi dedim ya, artık mesela cep telefonlarıyla yapılan ölçümlerden söz ediyoruz. Teknolojik cihazlarla, sürekli taşınabilir cihazlarla yapılan ölçümlerden söz ediyoruz. Dolayısıyla birçok durumu kapsayan spesifik kuramlar nereye kadar gider, ne kadar ayrıntıya doğru ineriz bilmiyorum. Bunları görebilmek zor ama bence çeşitlenebilir, farklı durumlara uyarlanabilir, farklı durumlara özgü daha farklı kuramlardan söz etmeye devam edeceğiz.
Bunu şey gibi düşün, ihtiyaç bitmiyor, ben oradan bakıyorum. İşte, 400 tane psikoterapi yaklaşımı var, neden 400 tane? 1 tanesi yetmemiş mi? Psikanalitik Kuram yetmemiş işte çünkü farklı durumlar var. Şimdi üçüncü dalga terapiler, yeni akım terapilerden söz ediyoruz. Yeni akım terapiler niye çıkmış? Çünkü “Bilişsel Davranışçı Terapi”, psikopatolojiye özgü geliştirilmiş aslında. Ama insanlar patolojisi olmadan da psikoterapiye gitmek isteyebiliyor. Kendi kör noktalarını görmek, kişisel gelişimini sağlamak, kendini daha iyi hissetmek, hedeflerine, yaşamın anlamına varmak için örneğin farklı araçlara ihtiyaç var. O zaman da üçüncü dalga denilen terapi yöntemleri çıkmış. Dolayısıyla ben Adler kadar iddialı olamam, olunmaması gerektiğini zaten biz de söylüyoruz. Bu kadar klinik yargının, önsezinin geçerli olduğu bir dünya zor. Büyük ihtimalle yöntemler daha da ayrışacak, özelleşecek diye düşünüyorum.
– Psikolojinin Bilimler İçerisindeki Konumu Üzerine
Mert:
Öyleyse, konuşmanın başında değindiğimiz konuya yeniden dönmek gerekirse psikolojinin bir bilim olduğunu öyle ya da böyle kabul edebiliriz herhalde. Şimdi soruyu biraz genişletmeme izin verin lütfen. Sinirbilim alanında son yıllardaki en büyük gelişme belki de ayna nöronlardır. Sinirbilimci Ramachandran DNA’nın biyoloji için taşıdığı anlamı ayna nöronların da psikoloji için taşıdığını söylüyor. C.P. Snow’un “İki Kültür” adlı kitabında pozitif bilimleri ve beşerî bilimleri bir madalyonun iki yüzü olarak gösterdiğini ve bu iki yüzün bir araya gelemeyeceği düşüncesini aktarıyor. Ayna nöronlar sayesinde, geçmişte yalnızca psikolojik açıklamaları olan empati kavramının bugün biyolojik ve fizyolojik açıklamalarının da olduğunu görmek, empatiyi gözlemleyebiliyor olmak sayesinde bu iki farklı yüzün bir araya gelmeye hiç olmadığı kadar yaklaştığını söylüyor. Yani aslında psikolojinin geleceği için de bir öngörü olarak kabul edebiliriz bunu.
Siz bütün bu anlatılara dayanarak psikolojiyi bilimler içerisinde nereye konumlandırıyorsunuz? Bir pozitif bilim mi yoksa bir sosyal bilim mi?
Orçun Yorulmaz:
Yani… Bu soruya farklı noktalardan yaklaşmak mümkün. Birincisi mesela söylediğin noktadan hareket edersek psikolojinin, işte dedim ya, handikapı bu. Psikolojinin esas sorunlarından bir tanesi şu, psikoloji genel bir bilim dalı ama alt alanlara ayrıştığı zaman bazen birbirleriyle iletişim kurduğunda birbirini anlamayacak düzeyde ayrışabilecek alanlar hâline gelebiliyor. Yani nöropsikoloji alanında çalışan biriyle bir klinik psikolog ya da bir sosyal psikolog anlaşamayabilir. Çünkü biri, ben uygulama açısından düşünürsem, hastanede tamamen kontrollü laboratuvar ortamlarında ve nöronlar bazında çalışırken diğeri gündelik yaşamda, gençlerle ya da mesela kreşte çocuklarla bire bir çalışan bir insan hâline gelebiliyor. Şimdi dolayısıyla psikolojinin alt alanları açısından bakıldığında bunu bir yere koymak zor.
Şimdi “Madalyonun hangi tarafında?” dersen… Bence psikoloji için sanki öyle metaforik bir şey kullanabiliriz, o madeni paraların ortasındaki çizgili bölümler vardır ya, psikoloji oralarda bir yerde bana kalırsa. Çünkü bir ayağı bir tarafta, bir ayağı diğer tarafta. Alt alanlarına göre değişebiliyor. Belki de pozitif bilimlere en yakın olduğu noktalardan biri de nöropsikolojidir. Gözlemlenebilir çünkü, direkt ölçümler alma olanağınız var. Orada da belirsizlikler var, orayı da ayrıca tartışabiliriz. O ölçüm yöntemlerinin güvenilirliği, sınanabiliriliği…
İşte, lokalizasyon ya da frenoloji vardı, şu an ise döngülerden söz ediliyor belli bir yerde. Hatta Wernicke ve Broca alanının bile -konuşma alanı çok spesifiktir- onların bile tek başlarına değil diğer beyin bölgeleriyle bağlantılı olduğu bir modele dönüşmeye başladı durum. O yüzden bence psikolojinin, psikoloji öğrencilerinin, bu alanda çalışanların önemli handikaplarından biri de bu. Çalıştıkları alan, emek verdikleri alan, kafa yordukları alan spesifik, kendini güvende hissedeceğin, belirli araçlara odaklanabileceğin kadar rahat değil.
Ben bir klinik psikoloğum ama ben aynı zamanda bir akademisyen olarak üniversitede Kanıta Dayalı Yöntem ile ilgili çalışıyorum. Psikoterapi veriyorum ama benim için psikoterapinin kutsallığı, özgünlüğü bir yanda işe yararlığı, ölçülebilirliği diğer yanda gibi bir durum var. Dolayısıyla aslında şöyle diyelim, çalıştığımız alt alana göre, uzmanlaşılan alt alana göre o madalyonun bir tarafına geçebilirsiniz. Ama diğer yandan kendi alanınızda da o madalyonun içerisinde -belki bilmiyorum hani madalyonun içinde madalyon mu denir- o madalyonun ne kadar orta noktasında bir yerdesin, ne kadar kenarında bir yerdesin, bu da ayrı bir tartışma noktası.
Klinik psikolojide, psikoterapide ben bu işin daha sosyal bilimler tarafındayım gibi görünebilir. Ama diğer yandan psikolojik sorunlar da var, bak tıbba doğru gidiyorum. Kültürel yönler var, danışanların özellikleri var, terapi yönteminin özellikleri var, genetik yatkınlıklar var… Dolayısıyla ikisi bir arada. Psikolojide, dediğim gibi, yakın zamanda -ne kadar yakında bilmiyorum ama- ölçüm yöntemleri gelişiyor, değişiyor. Gerçi bir yandan şu soru da geliyor: Bir sonuca varması iyi mi? Madalyonun belli bir yönünde kalması daha mı iyi? Yoksa aslında bu hâli daha mı iyi hissettiriyor? O da ayrı bir tartışma konusu.
Mert:
Peki psikoloji görece genç bir bilim olduğu için tam olarak konumlanmamış olabilir mi?
Orçun Yorulmaz:
Bir yandan bu söylenebilir. Yani etkili faktörlerden biri bu, genç bir bilim dalı. Ayrı bir bilim dalı olarak tanımlanması kabaca 1900’lerin başına denk geliyor. Ama bir yandan da doğası gereği bunu barındırmak zorunda. Nasıl bir nokta olur onu hayal edemiyorum. Şimdi hakikaten o belirsizliğin tamamen ortadan kalktığı bir dünya nasıl olur? Psikoloji için, bilimler için… Mesela eğer ayna nöronlar ya da sinir hücreleri, nörotransmiterler bu kadar etkiliyse o zaman psikoterapiye ne gerek var? Psikolojik değerlendirme dediğimiz klinik görüşmeye ne gerek olacak ki?
Mert:
Ya da “genom dizilimi” çalışmaları ilerlerse ve her şey belli ölçüde kader olarak niteleyebileceğimiz bir yerde yazılıysa…
Orçun Yorulmaz:
Aynen öyle. O zaman psikolojiden ya da klinik psikolojiden, ölçme ve değerlendirme yönteminden söz etmenin ne anlamı var ki? Orada zaten çok net bir şey var. Ama bugün bu bulunduğumuz noktadan bakınca… Orada bir şeyler var ama onun ne kadar net olduğunu bilmiyoruz. Bu tarafta da bir şeyler var ve biz bunu daha dolaylı yöntemlerle, soyut şekilde değerlendirmeye çalışıyoruz.
– Prof. Dr. Orçun Yorulmaz’dan Psikoloji Öğrencilerine Öneriler
Mert:
Okuyucularımıza, Türkiye’deki bütün psikoloji öğrencilerine nasıl seslenmek istersiniz? Nasıl önerilerde bulunursunuz?
Orçun Yorulmaz:
Yani… Farklı kaynaklardan beslenmelerini öneririm öncelikle. Tamam, bir alanda uzmanlaşmak çok güzel, bir alanda kendini yetiştirmek çok önemli ama mümkün olduğunca belli alanlara, en azından ilgi duyulan birden fazla alana odaklanarak kendini yetiştirmek gerekiyor. Temel konular var: araştırma yöntemleri, psikolojiye giriş, istatistik gibi… Ya da alt alanlara ilişkin temel dersler, kavramlar var, onları bilmesi lazım. Yani “Ben nörobilimle ilgileniyorum, sosyal psikoloji beni ilgilendirmez.” olmuyor. “Ben klinik psikoloğum; gelişimle, endüstri ve örgütle, fizyolojiyle ilgilenmem.” diyemem. Dolayısıyla farklı kaynaklardan, bazen sosyoloji, bazen felsefe, antropoloji, ekonomi, matematik, genetik, biyoloji… Yani birçok bilim dalından beslenmesi lazım. Programlarda verilenler var ama bu verilenlerin ötesine geçebilmesi gerekiyor öğrencilerin.
Şimdi bilgi çok… Ben geçen gün cep telefonundan bir şeye bakarken şeyi fark ettim, artık bilgiye o kadar kolay ulaşıyoruz ki… Bilgi taneleri evet önemli ama bence bilgiye ulaşmaktan ziyade bilgiyi kullanmak aslında önemli olan. Bilgiye ulaşmak o bilgiyi değersizleştirmemeli. O bilgiyi kullanabilecek noktaya gelmek lazım, bilgiden yararlanmak gerekiyor. Çünkü işte Vikipediler, Scholar’lar, tez tarama merkezleri, arşivler, makale veri tabanları vs. Tek anahtar terimle birçok kaynağa ulaşabiliyorsunuz da o kaynakla ne yapacağınız önemli. Yaratıcı olduğu zaman öğrenciler, kafa yorduğu zaman, fikir ürettiği zaman bence çok daha güzel şeylere ulaşacak.
Son olarak şeyi söyleyeyim uzatmadan, gündelik yaşamda yıldıran çok faktör var insanları. Hem gençlik hem ülke koşulları hem dünya koşulları hem de gelişen yaşam olayları ile ilgili… Yıldıran, aşağı çeken, sendeleten çok fazla olay oluyor ama yine de pes etmemek gerek. Sendelemek mümkün, deneyim kazanmak demektir bu. Takılmadan, oraya takılı kalmadan, anahtar kelime o bence, “takılı kalmadan yaşamı sürdürmek”, azimli olmak, yaratıcı olmak iyi olur diye düşünüyorum.