Paul Thomas Anderson özgürlüklerini yeni elde etmiş bir Amerikan on yılında 26 Haziran 1970 yılında Studio City Los Angeles’ta doğdu. “Baby Boomer” ların devasa bir kültür kasırgası ve dönüşümü içinde debelenmesinin ardından sivil ve insan haklarının birinci dünya ülke toplumlarının önceliği haline geldiği bir dönemde yeni bir eğlence kuşağı doğmuştur. Bu kuşak bir şekilde yaptığı işlerde politik anıştırmadan kendini alıkoyamamış, bir duruş ve etiket kazanmıştır. Bu dönemde; büyük disko toplarının, dar renkli İspanyol paça pantolonların yanı sıra büyük şehir yalnızlıkları, yozlaşmış köhne devlet kurumları, dar sokaklar, geniş caddeler gibi buhran toplumu yansımaları sinemada ve popüler kültürde kendine yer bulmuştur. Bizim bugün zihinlerimize bir çivi çakan ve o zamanlar Sakallılar adıyla bilinen (Martin Scorcese, Sydney Lumet, Brian De Palma gibi çoğunluğunugöçmen sinemacıların oluşturduğu ve ismini sakallı olmalarından alan dönem) prensipli sinemacıların yaratıcı meziyetlerini izleyen büyük bir kültürün bir avuç harika yaratıcı jenerasyonunun bir asteroidi olan Paul Thomas Anderson tam da böyle bir post-savaş ve beat kuşağına doğmuştur. Bir kariyer tematiği yapılacaksa 70’lerin içinde yaşaması filmlerinde müziklerini yine o dönemden herhangi birinin kalp çarpıntısı yapması gibi nedenlerle onu hisli bir aktarıcı ve anlatıcı olarak tanımamız kaçınılmaz oluyor. Bu dönem P.T. Anderson için büyük bir esin kaynağı olsa da babası Ernie Anderson, Ghoulardi adıyla bilinen bir korku filmi sunucusu aynı zamanda B türü Hollywood filmleri ve çeşitli Broadway oyunlarında sahne almış bir aktör, oğlunun küçük yaşlarda sinemaya olan ilgisini doğru yönlendirmelerle sağlamlaştırmıştır. Bu ateşleyicilerle bir de stüdyo ağının ve sinemanın odağında bir lokasyonda doğması ayrıca bir imkan yaratmıştır onun için. Babasının aldığı Betamax kamerayla 8 yaşında filmler çekmeye başlayan ve açıkça başka bir hayat planının olmadığını dile getiren yönetmenimizin kariyerinin mihenk taşı filmlerini inceleyeceğimiz yazımız size keyifli ve heyecanlı okumalar diler.
Yazımızın da başlığını oluşturan yönetmenin karakter kurma yaratıcılığı henüz 17 yaşında yaptığı Dirk Diggler Story(1988)’de ve bir diğer kısası Coffee and Cigarettes (1993)’de kendisini gösteriyor aslında. İlk kısasında John Holmes adlı 70’lerde nam salmış bir porno yıldızının gerçekçi bir biyografisini onun ismini anmadan Dirk Diggler sahne ismiyle anarken Çıkış filmi Hard Eight(1995) ile ikinci kısasının serbest bir uyarlamasını yapıyor. İyi fikirleri olan genç bir yaratıcı kapsamında filmdeki naratif senaryo ve amaç boşlukları göze çarpsa da vadettiği yaratıcılık onu bir başka planına hepimizin bildiği Boogie Nights (1997)’a götürüyor.
Filmin tonunu ve enerjisini henüz daha ilk karede neon tabelada gördüğümüz Boogie Nights ve fonda çalan Best of My Life ile reverans ediyor film. Ne izleyeceğimiz konusundagüçlü bir fikir edinirken ve filmin renkli dünyasına henüz giriş yapmışken karakter çıkmazlarını ve umutlarını bir arada veriyor. Kaykay Kızı, Dirk Diggler ve onun porno endüstrisine dahil oluşunu, yapımcı Jack ve onun sektörel gücünü, Amber’ın yıldız statüsünü ve zayıf tarafını bir dizi sahneyle görürken müziğin eksik olmadığı bütünlük seyirciyi hemen içine alıveriyor. Tam da burada hikayedeki plastik olmayan temellendirilen bir dahiliyet Dirk Diggler’ın şöhretini başlatmış oluyor. Bu çarkın en mühim dişlisi oyuna giriyor ve şov resmi olarak başlıyor. Dirk Diggler’ın küçük yaşı, sevecenliği ve bunların yanında tabi ki şöhretinin “asıl” kaynağı onu büyük bir yıldız yapıyor. Hikaye tırmanırken yönetmenin filmin 2. aktının ortalarına kadar olan kamera hareketleri filmde daha da kendini buluyor. Hikaye bu muzip dünyada kıpır kıpır bir 70’ler izletirken birden tam tersine dönüyor. Müzik, uyuşturucu ve seks üçgeni ekibi bir süre daha tutabiliyor ve karakterler kendileriyle yüzleşmeye başlıyor, kendi bataklıklarına çekiliyor. Dirk Diggler uyuşturucu içinde yavaşça erirken porno sektörü de dönüşerek artık sinemadan insanların evlerine girme hazırlığı yapıyor. Bu dönüşüm filmdeki bütün unsurlara tesir ederken bu insanların sektörden çıkıp başka hayal ve hayatlar kurmaya çalışması da onlara karşı olan öteki tavırla bizleri tanıştırıyor. Final aktında karakterlerin sonraki hayatlarını, ulaşabildikleri ve ulaşamadıklarını gördüğümüz tatlı kapanışıyla bu iki buçuk saatlik kıpırtı bize inanılmaz bir seyirlik sunuyor.
John Holmes’ün anısına bir kısa bir de böyle muazzam bir uzun metraj ile güçlü bir anıt diken PTA, kendi kaşesi ve yarattığı ‘ensembl’ kadroya büyük bir hizmet ederken Philip Seymour Hofmann ve John C. Reily gibi olağanüstü aktörleri bu filmle iyice vitrine koyuyor. Karakterlerinin başını ezen fena çıkmazlara koyan yönetmen bu alandaki tavrını kendi divası ve göz bebeği Magnolia (1999) ile çıkarılabilecek en yüksek seviyeye koyuyor.
Sinemanın en iyi yılı için senelerdir tartışma odağı olan bir yılda David Fincher’ın, Wachowski Kardeşlerin, Almodovar’ın bütün hünerlerini sergilediği 1999’da, kendine kürsüde yer bulmuş Magnolia (1999)’nın gücü nereden geliyor?
Bilmeyen bir izleyiciye daha önce perdede nadiren gözlenen başka düzey bir dramı, büyük bir kalp kırıklığını yaşatan film; seyircisinden her şeyini alıp her şeyini geri veriyor. Bence üstü fazlaca kapalı olan bu cümle, şahsi bir cevap olsa da ilk saniyesinden son saniyesine kadar anlattığı hikayenin, aradığı cevapların arkasında öylesine güçlü duruyor ki hüznü umutsuzluğu kıyas çabasına girmeksizin her karakter eşit şekilde yaşıyoruz. Film, bir çeşit bağımsız açılış sekansı ile tesadüfün ne olduğuna bir kanaat getirmeye çalışıyor daha en başında. Bu sekansiyel öylesine etkileyicidir ki film adına dehşet bir merak uyandırıyor. Güzel olan bir başka şey, melodisini duyduğumuz Aimee Mann şarkısıyla bezenmiş açılan manolya yapraklarını gördüğümüz jeneriğidir ayrıca. Karakterlerin kısa bir dökümü, birbirlerinin hayatlarının hangi kısımlarında yer aldıklarıyla ilgili çok ufak ipuçları verilir hikayenin başında. Filmin kurgusu bu ipuçları ve karakter tanıtımları içinde öylesine dinamiktir ki sizi filmden bir saniye koparmadan bir hikayeden diğerine geçirir. Hiçbirini o an içinde tamamlamaz. Frank, Stanley (Donnie Smith), Jimmy, Phil, Claudia ve Linda, Earl… Jimmy’nin hastalığı ve kızı Claduia ile olan sorunu, Jimmy’nin bir polis memuru olarak o gününü ve Claudia ile tanışmasını, Linda’nın vicdan azabı, Earl’ün hasta yatağında kıvranışı, Frank’in manipülatif baskın meslek semineri ve röportajı birbirine eklemlenmiştir adeta. Bütün bunlar olur, seyirci izler, karakterin travmasını acısını her şeyini hisseder ancak tüm bunları birleştiren bir nüveye ihtiyaç vardır: “Bizim geçmişle işimiz bitse de geçmişin bizimle işi bitmemiştir.”
Geçmiş karakterlerin kafasında seçtiği net anılardır izleği veren bütün olay ve karakterler, film boyunca en büyük acılarını yaşar. Claudia o kadar savunmasızdır ki sebebini öğrenince seyircinin de kolları açılır Claudia’ya karşı. Earl geçmişinden o kadar hüzün duyar ki söylediği şu cümle bizi fiziksel olarak yaralar resmen: “Bu korkunç pişmanlık duygusu…Ve ben öleceğim. Hemen öleceğim. Hiçbir şeyden pişman olma demelerine izin verme. Bunu yapma. İstediğin şeyden pişman olabilirsin.” Frank Phil’le yüzleşirken hissettiği öfkeyi hüznüyle harmanlar adeta. Jimmy kendi affedilmez suçunu dev bir örtüyle saklamıştır apaçık. Bütün bu aymışlıklar ve karanlıklar içinde sona geliriz.
Geçmişi ne kadar ardıl bırakmış olabiliriz ki? Hep yanı başımızda kulağımıza fısıldarken bulabiliriz kendisini. Geçmişle ilgili olan İncil’den yapılan alıntının ardından filmin son aksındaki yine İncil’de geçen yağan kurbağalar metaforu beynimizi patlatır adeta. Zihnen karakterlerin şaşkınlığında yağan kurbağa yağmurunun içinde kimi bir odada babasıyla yüzleşen kimi intiharın eşiğinde olan karakterlerin tek bir günlerinin finalinde; tesadüfleri, geçmişleri ve birbirleriyle olan ama gevşek ama güçlü bağın sarhoşluğuyla bunların hepsi bir anda Claudia’nın gülümsemesiyle tamamlanır, ekran kararır film biter ve jenerik akar.
There Will Be Blood (2007) Paul Thomas Anderson’ın kariyerine dönüp baktığımızda sinemasıyla çok eşleşmeyen biraz ayrıksı bir yapım olarak filmografisinde yer alıyor. Dört koldan hikaye anlatıcılığıyla filmlerini festival festival gezdirmiş olan yönetmenimiz bu kez ülkesinin karanlık geçmişine; dünyanın en büyük enerjisinin, petrolün perspektifinden bakıyor. Oil adlı Uptor Sinclair’ın yazdığıromanın ve Edward Doheney adlı Los Angeles petrol kralınınesin kaynağı olduğu film Daniel Plainview adlı baş karakterindevasa bir enerji yatağına sahip olmak için manipülatif ve nevrotik gücünü nasıl kullandığını ve bu gücün onu nasıl etkilediğini anlatıyor. Kazanma hırsı ve yozlaşmanın eş güdümlü atıldığı geri dönüşsüz bir eşleşmeyi konu alıyor. Bu petrol zengini adamın bir eyalet üstünde duyumla keşfettiği petrol yataklarının köylüleri icraat vaadiyle ikna ederek ele geçirmesi anlatılırken dönemin fırsatçı koşullarını çok gerçekçi bir çizgiden aktarıyor. Filmi ilginç ve sinemasal kılanise kasabanın baptistinin etki gücü olarak baronla eşdeğer gösterilmesi olarak çıkıyor. Gerilim baş karakter ve baptistarasında öyle tırmandırılıyor ki başarı ve yönetme hırsı çok garip bir alt metinle karşımıza çıkıyor. Kurgu bazında filmin gücünü oluşturan bir başka unsur olan karartma ve açılmalar bir kısmın bitip diğerinin başladığı hissini dibine kadar veriyor. Sahne bazında da oyuncularına inanılmaz alanlar açan Paul Thomas Anderson, bir dönem işini kudretli yapabilecek bütün formülleri mükemmel bir şekilde uygulamış oluyor.Böylece her nedense Magnolia ile alamadığı en iyi film adaylığını, Paul Dano’ya kariyerinin ilk Oscar adaylığını, Daniel Day Lewis’ e de ikinci Oscarını kazandırıyor film.Filmin görüntü yönetimi adına da belki de bu yüzyılın ilk çeyreği için ilk sıralarda yer alacak kadar başarılı olmasıpetrol ve onun gücünün bir önceki yüzyılın başında ne anlama geldiğini bizlere sunuyor. Bunu yaparken bir yandan öyle gösterişsiz ancak öyle görkemli olabiliyor ki filmin başarısının bir kısmını anlayabiliyoruz. Her bir parçasının büyük bir hazırlık süreci geçirdiği bilinen filmimiz, bütün oyuncu- yönetmen işbirliklerinin yeni olması ve neredeyse tamamen farklı bir rejiyle böyle bir işi kotarması nedeniyle yönetmenine bambaşka, daha göreceli bir başarı daha kazandırıyor.
Geçmiş ve kimlik üzerine bir hayli kafa yorduğumuzda kaynağına bir türlü ulaşamadığımız asıl nedenini bir türlü bilemediğimiz problemlerle durmadan karşılaşırız herhalde. Kim olduğumuz hangi hedefe doğru koyulduğumuz konusunda ne derece eminiz ? The Master (2012) bu fikri eşeleyebilecek müthiş bir noktadan, bir tür psikotik uçuk cinsel davranışları olan savaş gazisi üzerinden iredeliyor. Freddie Quell, bütün bir savaş tortusunu, yüzünden ve bedenindeki her noktadan taşıdığını apaçık eden bir görünümde henüz daha filmin ilk sekansında bizleri selamlıyor. Terhis oluyor ve henüz daha ilk topluma dahil olma denemelerinde fena halde çuvallıyor. Uzun yıllar bir gemide hapsolmuş karakterimiz bunun sonrasında bir oraya bir buraya savruluyor. Tam bu noktada hikayeye getirilen yeni bakış işlenmeye başlıyor. Freddie’nin bir çeşit tarikata dahil olmasıyla, kendi geçmişi ve kimliği bir “Master” tarafından onunla yüzleştiriliyor. Master ve müritleri, yarattıkları bu inanışa yeni bir üye kabul ediyor ve onu “The Cause” adlı programın büyük deneği olarak kullanıyorlar. Çeşitli test ve uygulamalarla kontrol altına alınmaya çalışılan Freddi’nin karanlık kısmı bir şekilde hep kontrolden çıkıyor. Filmin belli noktalarında Freddie’ye yöneltilen “Ne yapmak istiyorsun?” sorusu Freddie’nin hayatı boyunca hiç düşünmediği bir soru olduğu düşünülürse “bir parça olmak” onun için yeterli bir cevap olarak aklımızda yer ediyor. Film içinde bu kadar yalın bir aklın inandığı şeyin sorgulandığında saldırganlaşabileceği karakter adına aklımızda kalan güçlü bir imge oluveriyor. Tüm bunlar umutları ve hayalleri bir şekilde imha edilmiş bu tür insanların; herhangi doğru ya da yanlış bir inanışa ne derece teslim olabileceği, ona ne derece bağlı olduğu konusunda bir sunum olarak karşımıza çıkıyor.
Etkileyici görüntülerinin kaynağı olan 65mm film bize keskin ve etkileyici yakın ve geniş planlar sunuyor. Philip Seymour Hoffman’ı bir eş başrol olarak gördüğümüz film hayatını erken bir şekilde kaybetmesiyle yönetmenle son iş birliği oluyor. Kurduğu yarı karanlık atmosferin ve renk paletinin karakterin çıkmazlarının bir gölgesi olarak göründüğü film güçlü bir etki bırakıyor.
Bu epik kariyerin şahsi köşetaşlarını sizlere sunmaya çalışsam da Punch Drunk Love (2002) gibi art-house Adam Sandler’lı bir romantik komediyi ve Phantom Thread (2017)’in ürpertici derecede soğuk estetiğini ne kadar yazmak istesem de hali hazırda kendi seçkime dahil edemedim. Devamlı olarak bir manevi mülkünün olduğu ve gidip geldiği 70’lere Licorice Pizza(2021) gibi bir ergen dramedisiyle bir selam daha duran Paul Thomas Anderson’ın şimdilik 3 Oscar adaylı filmini de yazarlarımızdan Eren Akkoç yazdı. Teşekkürler…