Umudu Hapsetmek: Pandora’nın Kutusu

/ / SİNEMA

Yeşim Ustaoğlu’nun mitlerden yararlanarak adlandırdığı Pandora’nın Kutusu, herkesin yaşayabileceği bir hastalık sürecinin ışığında karakterler üzerinden seyirciye ayna tutuyor. Dağda yaşayan yaşlı bir annenin kaybolması ile başlayan hikâye seyirciyi, önce şehre ardından dağlara geri döndürüyor. Kaybolan anneyi aramak için birbirinden farklı karakteristik özelliklere sahip 3 kardeş, bir yolcuğu çıkıyor ve dağa varıyor. Annenin bulunması ve kaybolmasına neden olan hastalığına dair tanının konması ile birlikte de asıl sorunsal ortaya çıkıyor. Ardından, demans hastası annenin bakım süreci ışığında yaşanılan olayları görüyoruz.

Bir çeşit yalnızlık seremonisi olarak beni büyüleyen bir film olmuştu Pandora’nın Kutusu. Bu büyülenme ise filme henüz başlamadan gerçekleşmişti. Pandora’nın Kutusu… Ne kadar da çarpıcı bir isim böyle bir film için. Mite göre Zeus insanlığı cezalandırmak adına Pandora’yı yaratmıştır. Kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a tanrısal güzellik ve zekaya sahip Pandora’yı eş olarak gönderir. Epimetheus Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora’ya evlilik hediyesi olarak kutu verir ama bu kutu asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar. Ancak son anda kavanozu kapatır bu da insanların içindeki umuttur.

Aile insanın hiçbir zaman seçemediği insanlar topluluğudur. Bazen iyi bazen kötü ama sevmek zorunda olunulan bir topluluk. Bu üç kardeşin hikayesi de böyledir. Sorumsuz ve umarsız Mehmet, kontrol delisi bir abla Nesrin ve hiçbir zaman sevilememiş Güzin. Mehmet sorumsuz, yoksul, işsiz, alkolik ve uyuşturucu bağımlısıdır. Hayatında yolunda giden tek bir şey yoktur. Nesrin nispeten bir aile kurabilmiş tek kardeştir. Genç, asi bir erkek çocuğu, Murat vardır. Güzin, korkunç bir ilişki içerisinde, sevgisinin gerçekliğinin şüpheli olduğu biriyle beraberdir. Kendinden kaçmak ister her şeyden öte. Babalarının dağda kaybolduğu düşünülse de Nesrin o kısa yolculukta son noktaya varır ve babalarının kaybolmadığını, aslında aileden kaçtığını ifade eder. Ardından yoğun bir sessizlik kaplar sahneyi. Bu sessizlik ileride karşımıza bir sis bulutu, İstanbul silüeti veya dağ esintisi olarak çıkar. Üç kardeşin arasındaki soğukluk, birbirlerine duydukları zoraki sevgi çok gerçekçi bir dille anlatır film boyunca. İletişimleri asla kopmaz ama asla iyi bir iletişimleri de olmaz. Annelerine duydukları sevgi bile şüphelidir. Zaten Ustaoğlu, filmde karakteri yalın olarak karşımıza koyar, onlara karşı bir duygu hissetmeyiz. Yalnızca Nesrin’in oğlu Murat ve Mehmet iyi anlaşmaktadır. Murat adeta Mehmet’in göremediğimiz ve ancak hayalimizde öyle olduğunu düşündüğümüz gençliği gibi gelir. Aralarındaki uyum, olaylara bakış açıları bunu hissettirir.

İlerleyen safhalarda, hastalık teşhisi konulan annenin bakımı esas sorunsal olur. Çünkü kendisi idame ettirebilecek kadar dahi hafızası kalmamış, en temel faaliyetleri dahi yerine getiremez olmuştur. Bunun ilk ve en net göstergesi tuvaletini sürekli yanlış yerlere yapmak istemesidir. İlk günler kontrol hastası Nesrin ile kalan anne, ardından Güzin’e gider. Yaşadığı toksik ilişkiyi devam ettirmek için sevgilisi ile buluşan Güzin, bu nedenle annesini Mehmet’e bırakmak için evine gider. Kaçak ve asi çocuk Murat’ı, dayısının Mehmet’in yanında görür. Buradan sonra anneannesinin bakımını üstelenen Murat, onu dinleyen tek insan olmuştur. Dinlemekten bahsetmişken, gerçek anlamda dinlemek, işitmek değil. Hayatın yoğunluğunda ve karmaşasında ıskalanan anne, hastaneye- bakımevine bırakılır. Oradan onu çıkaran yine Murat olur. Başta kaybolduğu ama esasında nerede olduğunu çok iyi bildiği dağına varmak ister. Çünkü o aslında kaybolmamış, gitmiştir. Murat bu isteği yerine getirir. Çünkü bilir ki ananesi yalnızca orada mutlu olabilecektir. Hayatı- hafızası ve sahip olduğu her bir meta oradadır. İlk Murat, yani eş – baba, onu dağa getirmiştir. İkinci Murat yani torun onu ikinci kez evine getirir. Burada bir süre kalırlar ancak yaşlı kadının bitmek bilmeyen hiçliğe varma arzusu devam etmektedir. Nitekim, burası annenin özgür olduğu tek yerdir. Film boyunca hafızasının sınırlarına hapsolan ve sürekli dar alanda yaşayan anne, son sahnede özgürlüğüne, ormanların arasına, dağına koşar. Tüm film boyunca dağları kaplayan karanlık, sis o an dağılır. O, kendisini çağıran sesle buluşmanın verdiği huzur ile koşarken güneş parıldamaktadır.

Film boyunca bizi adeta soğuk bir dağ esintisi kaplar. Bu soğukluk aynı zamanda aralarındaki ilişkiyi de içerir. Kardeşlerin kendi içindeki, anneleriyle ilişkileri ve annenin dağ ile olan ilişki, hepsi soğuk ve karanlıktır. Bu dağ çekimlerinde bir bulut olurken, İstanbul içinde sisli bir boğaz havası olarak tezahür eder. Film boyunca film ve gerçeklik arasındaki bağ çok güçlüdür. İnsan bir belgesel izlediğini bile düşünebilir. Yalnızlık insanların içerisindeyken nasıl daha sert hissedilebilir bunu görmekteyiz.

Sonuç olarak Ustaoğlu, film boyunca ne yeni bir çekim tarzı dener ne de bir anlatım tarzı. Aslında insanı kendisine en çok bağlayan türe yaklaşır, olayları son ana değin yalınlığı ile verir. Her sadeliğin içine saklanan huzur ve insanın özüne ait bir parça oradadır. Çünkü esasında umut saklanamayacak kadar güçlü olan tek duygudur.

 

– Kerem ÖZYURT

1 Comment to “ Umudu Hapsetmek: Pandora’nın Kutusu”

  1. ERHAN says :Yanıtla

    çok başarılı ve kaliteli bir makale olmuş güzellik sırlarım olarak teşekkür ederiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir