2. Dünya Savaşı’nın ardından sömürge ülkelerde defacto olarak bulunmanın yük olduğunu anlayan kolonyaller, yavaş yavaş bu ülkelerden çekilmeye başladı. Sömürgelere ayrılan bütçeler günbegün artarken sermayedârlar yatırımlarını yurt geneliyle sınırlamak istiyordu. Bu sırada milliyetçilik propagandaları sömürge ülkelerde çoktan başlamıştı ve belirli bir kitleye ulaşmıştı. Her ne kadar siyasi ve ekonomik bağımsızlık adına küresel bir hareket şekillense de bu hareket sözde kalmıştı. Bu ülkelerdeki işçiler, adeta köleymişçesine korkunç şartlarda saatlerce çalıştırılmalarına rağmen temel gıdalara ulaşımda dahi zorlanıyorlardı. Yıllar boyu bu bölgelerin kaynaklarının iliğini kemiren işgalciler, sömürünün formunu değiştirmeye ve farklı biçimlerde varlıklarını sürdürmeye karar verdiler. İngiltere, Fransa ve Belçika başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, siyasi varlıklarını sömürge ülkelerden çekmiş gibi davransa da ekonomik altyapıyı ve ticaret ağlarını gizliden gizliye kurarak yeni bir sisteme hazırlanıyorlardı. Sömürgecilik dönemi sona ermiş gibi görünse de sürecin farklı formlarda işlediğine dair birçok görüş mevcut. Örneğin 90’lı yılların Cezayir’inde kolonyal güçlerin iktidarı askerlere ve FLN’e bırakması, ülkenin işgal durumunu gayriresmi olarak devam ettirmesine neden oldu. (Ferro, 1997).
Neo-marksistlerin birçoğu “neo-kolonyal” dönemin “kolonyal” dönem ile aynı dinamikleri paylaştığını belirtiyor. Uluslararası şirketlerin, ekonomisi yetersiz ülkelerdeki piyasaları domine etmesiyle işleyen neo-kolonyalizm, eski tarz kolonyalizmden pratikte çok da farklı değil (Altınbaş, 2011). Gana’da bağımsızlık savaşı sonrası seçilen ilk başbakan ve cumhurbaşkanı Kwame Nkrumah da neo-kolonyalizmden uzak durmanın imkansız olduğunu söylüyor (Nkrumah, 1965). Sorun şu ki; neo-kolonyal sistem sürdükçe ülkeler arasındaki ekonomik eşitsizlik -ki hâlihazırda zaten çok yüksek seviyelerde- gittikçe artacaktır. Zaten sömürgeci ülkelerin siyasi ve diplomatik anlamda mandası altında olan ülkeler, tekelci kapitalistlerin piyasaları domine etmesiyle beraber kaçınılmaz olarak bağımlı kalacaklardır. Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF gibi organizasyonların “bağış” ve “yardım” adı altında sağladığı fonlar ise, bu yoksul ülkelerin sisteme bağlı kalmasına ve kaynaklarının sömürülmesine neden olmaya devam ediyor. Kolonyal dönemden farklı olarak neo-kolonyal çağda ülkeler, bu uluslararası (sömürü) örgütlerin gelişme ve büyüme hikayelerine inanarak gönüllü olarak bu boyunduruğun altına giriyorlar. Bunun yanı sıra, Afrika ülkelerindeki yoksullar için toplanan yardım da maalesef ki ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmadan Afrika burjuvazisi tarafından sömürülüyor. Yoksulların sadece çok küçük bir kısmı bu yardımlardan yararlanabiliyor.
Daha önceden sömürdükleri ülkeler üzerindeki hegemonyasını kaybetmek istemeyen ABD ve Avrupa ülkeleri, 60’lardan sonra daha önce diplomatik egemenlik sağlayamadığı ülkelerin piyasalarını domine etmek adına birtakım girişimlerde bulundu. Kullandıkları yardım ve kredi yöntemlerini bu üçüncü dünya ülkelerinde uygulayabilmek için özelleştirme adında küresel bir harekete yöneldiler.
Keynesyen ekonomi modelinin yetersiz kalması sonucu 70’lerin sonunda özelleştirme süreci, kamu işletmelerinin özel işletmelere devredilmesi için düzensiz bir politika aracı olarak kullanılmaya başlandı. Temelde devletin ekonomi alanındaki faaliyetlerini azaltarak kamu kurumlarının bütçesi üzerindeki yükünü azaltmayı amaçlayan bu politikalar, özellikle büyük kaynaklara ihtiyaç duyan zararlı kurum veya kuruluşlarda verimsiz çalışan tüm organizasyonların olabildiğince elden çıkarılmasını gerektirir. Bu eylemlerin yanında özelleştirme politikaları, gelir eşitsizliğinin ve bireysel zenginleşmenin en önemli sebeplerinden birisi olarak değerlendiriliyor. Nan Zou Bakkeli’nin nicel veriler içeren bir çalışması, gelir eşitsizliğinin özelleştirmeyle paralel bir şekilde arttığını gösteriyor (Bakkeli, 2017). Verimliliği ve karlılığı artırmasına rağmen, tasarruf etmek adına işten çıkarılan insanlar, daha yüksek bir işsizliğe sebep olacak ve bu da vatandaşların hayatını zorlaştıracaktır (Hoole, 2020).
Türkiye’de özelleştirme politikaları üzerinde toplumsal mutabakat sağlanamamasından kaynaklanan yasal sorunlar nedeniyle, özelleştirme politikaları küresel ölçeğe göre biraz gecikti. Cumhuriyetin ilk yıllarında özel teşebbüsün kalkınma sürecini başlatmadaki yetersizliği, devletin çeşitli alanlarda faaliyet göstermesini zorunlu kılmıştır. 80’li yıllara kadar devletin ekonomi başta olmak üzere birçok alanda egemenliği sürüyordu ancak zamanla dünyaya ayak uydurabilmek için bu anlayışı değiştirecek adımlar atılması zorunlu hale geldi. Bunun için hâlihazırda özel teşebbüsün önünü açacak şekilde düzenlenmeyen kanunların değiştirilmesi gerekiyordu. İlk değişiklik 1984 yılında 2983 sayılı Kanunda yapılan değişiklikle gerçekleşmiş olsa da siyasi ortam henüz buna hazır değildi. Bu kanunun yasama yerine yürütme organı tarafından çıkarılması girişimi, Anayasa Mahkemesi tarafından öne sürülen birtakım engellerle karşılaştı (Atasoy, 1995). Bu sürecin ardından, iktisadi ve kurumsal altyapının kurulması ancak 1994 yılında kabul edilen “4046 Sayılı Özelleştirme Kanunu” ile mümkün olabilmiştir. Bu yasal engellerin yanı sıra, ülkenin makroekonomik ortamı, 2000’den önce büyük ölçekli bir özelleştirmeye elverişli değildi. Bu engellere rağmen birçok KİT (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) bu süreçte özelleştirilmeye başlandı. Örneğin, 1986 yılında kamu bankalarının özelleştirilmesinden elde edilen gelir 954.895 dolar iken, 1998 yılında bu miktar 100 kattan fazla artarak toplam gelir 1.019.715.144 dolara ulaşmıştır (Doğan, 2012). 2001 yılına kadar 7,5 milyar dolara ulaşan bu toplam gelirin yaklaşık %45’ini hisse satışları, %30’unu da halka arzdan elde edilen miktar oluşturuyordu.
AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber özelleştirme süreci hızlandı. Yabancı sermayenin bu özelleştirme programından daha fazla yararlanmasını sağlamak adına 4046 sayılı Kanunun anayasaya aykırılığını düzenleyen yeni bir kanun çıkarıldı. 60 milyar doları aşan özelleştirme gelirlerinin %93’ünden fazlası, 2000 yılından sonra elde edildi. 2014 yılına kadar enerji, sanayi, ulaşım gibi birçok sektörü kapsayan bu özelleştirmeler sonucunda 50’den fazla kamu kurumu 49 milyar dolarlık ihalelerde satıldı (Demirelli, 2014). Ancak özelleştirme süreci, denetim mekanizmasının yeterince işlevli olmamasından dolayı sekteye uğradı. Usulsüz ihalelerle haksız kazanç sağlayan birçok holding, bu süreçte servetini kat kat artırdı. Pazarın yurt dışına açılmasıyla birlikte dolgun sermayeli yabancı firmalar, rekabet baskısını artırarak yerli firmaları piyasadan çekilmeye zorladı. Serbest piyasaya dönüşümde çok önemli bir rol oynayan rekabet kurumunun adil ve şeffaf kriterlerle oluşturulmadığı durumlarda, özelleştirme politikalarının amacına ulaşamadığı açıkça görüldü.
Her ne kadar yabancı sermayeyi çekmiş olsa da özelleştirme süreci, gelir eşitsizliği açısından incelendiğinde Türkiye’ye oldukça olumsuz sonuçlar getirdi. Gini endeksine bakıldığında 2007 yılında 0,38 olan gelir eşitsizliği seviyesi, 2019 Dünya Bankası verilerince, OECD ülkelerine göre oldukça yüksek bir seviye olan 0,42’ye yaklaşmıştır (World Bank, 2020). Özel teşebbüse yönelik kısıtlamaları kaldırıp ülkeyi tamamen dışa açmak, sadece Türkiye’nin değil, birçok üçüncü dünya ülkesinin kırılgan iç dinamiklerini sömürgeci güçlerin etkilerine maruz bırakmıştır. Ekonomi tarihçisi Angus Maddison, 1820 yılında kişi başına düşen gelire göre en zengin ülkelerin en yoksul ülkelerden 3 kat daha zengin olduğunu, bu oranın 1950’de 1:15’e çıktığını, 1973’te 1:13’e düştüğünü, 1998’de ise tekrar 1:18’e kadar arttığını belirtmiştir (Danışoğlu, 2004). 50’li yıllarda refah devleti uygulamalarıyla azalmaya başlayan gelir eşitsizliğinin, 1980’lerde tüm dünyada ivme kazanan özelleştirme politikalarıyla artarak devam ettiği söylenebilir.
Sonuç olarak, Keynesyen ekonominin 70’lerin sonunda terk edilmeye başlamasıyla beraber küreselleşme, hakim trend haline geldi. Bu bağlamda neo-kolonyal güçler tarafından Türkiye dahil birçok üçüncü dünya ülkesinde devlet müdahalelerini piyasadan olabildiğince dıştalamak adına, özelleştirme politikaları içeren neo-liberal bir süreç inşa edildi. Birçok az gelişmiş ülke de bu sürece uluslararası finans kuruluşları tarafından verilen kalkınma kredileriyle dahil edildi. Küreselleşme yanlıları, gelişmekte olan ülkelerde yapılacak reformların sadece “kısa vadede” ücretleri düşüreceğini, işsizliği ve yoksulluğu artıracağını belirtse de gelir eşitsizliği bakımından hâlâ olumlu bir sonuç görülemedi. Teknolojik donanımların artmasıyla birlikte artan vasıflı iş gücü talebi, vasıfsız iş gücünün değerini düşürdü ve yoksulların daha da yoksullaşmasına neden oldu. Milanovic’in uluslararası Gini endeksi hesaplamalarına göre, gelir eşitsizliği 60’ların ortalarından 80’lerin başına kadar nispeten yatay seyrederken, 80’lerden sonra önemli ölçüde artmaya başladı (Milanovic, 2002). Küreselleşmenin önünü açmak ve küresel dünyaya entegre olmak amacıyla düzenlenen özelleştirme programları, hem ülkeler arası gelir eşitsizliğinin hem de ülke içindeki gelir eşitsizliğinin artmasında önemli bir etken yerini korumaya devam ediyor. Bu küresel hareketin olumsuz etkileri ise, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde görülmeye devam edecek gibi görülüyor. Böylece kolonyal dönemin mutlak hakimleri olan sermayedarlar ise içinde bulunduğumuz neo-kolonyal süreçte de egemenliğini sürdürüyor.
Kaynakça
1-Altınbaş, D . (2011 ) “İNSANLIĞA KARŞI SUÇLAR VE YENİ-SÖMÜRGECİLİK”. Uluslararası Suçlar ve Tarih. 33-76.
2-Atasoy, V. (2011). “Anayasa Mahkemesi Kararları ve Özelleştirme”. Journal of Social Policy Conferences , 0 (41-42) , 24-54.
3-Bakkeli, N. (2017) “Income inequality and privatisation: a multilevel analysis comparing prefectural size of private sectors in Western China”. J. Chin. Sociol. 4,7.
4-Danışoğlu, A . (2004). “Küreselleşmenin Gelir Eşitsizliği ve Yoksulluk Üzerindeki Etkileri”. İstanbul Ticaret Üniversitesi Fen Bilimleri Dergisi , 3 (5) , 215-239.
5-Demirelli L (2014). “2002 Sonrasında Türkiye’de Özelleştirme ve Demiryolu Hizmeti”. Mülkiye Dergisi, 38 (4), 41-85.
6-Doğan, M. N. (2012). “Rakamlarla Özelleştirme: Türkiye’de ve Dünyada Özelleştirme Uygulamaları ve Özelleştirme Fonu’nun Kaynak ve Kullanımları”. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Ankara.
7-Ferro, M. (1997) “Colonization: A Global History. Routledge”. New York, 1997.
8-Hoole, E. (2020 September 16) “NEOCOLONIALISM: THE ROLE OF THE IMF AND THE WORLD BANK” Retrieved from http://rostraeconomica.nl/neocolonialism-the-role-of-the-imf-and-the-world-bank/
9-Milanovic, B. (2002). “True world income distribution 1988 and 1993:First Calculations based on Household surveys alone”, Economic Journal, Vol.112 (476),51-92.
10-Nkrumah, K.(1965) “Neo-Colonialism. The Last Stage of Imperialism” International Publishers, New York, 1965.
11-World Bank. “Gini index (World Bank estimate) – Turkey | Data”. June 17 2021. https://data.worldbank.org/indicator/SI.POV.GINI?locations=TR&start=2002
Kapak Görseli: “Jerikhoo: Image”. 2021. Jerikhoo.Files.Wordpress.Com. https://jerikhoo.files.wordpress.com/2015/07/yeni-sc3b6mc3bcrgecilik.jpg.