“Bugün bütün dünyanın gözünde Amerika demek, ABD demektir. Bizler, ne idiği pek belli olmayan ikinci sınıf bir Amerika’da oturmaktayız.” diyor Eduardo Galeano. Farklı milletlerin tahakkümü altında olduğu o eski günlerin izini hala taşıyan Latin Amerika, keşfedildiği günden beri sömürülmüştür. Hep bir şeyler kaybetmiş, o kaybettikçe başkaları kazanmış, zengin topraklarının mahsulleri, üstünde yaşayanlara ait olmamıştır hiç. Avrupalıların gemileri, kıyılarına vurduktan sonra hep böyle süregelmiş. Altın ve gümüşün parlaklığı, kâşiflerin hırsını tetiklemiş ve açgözlü sömürgeciler, elde edebileceği her nimetinden faydalanmıştır bu kıtanın. Artık o göz boyayan altın vadileri ve gümüş tepeleri olmayan bu topraklar, çeşitli milletlerden yaklaşık 655 milyon insana ev sahipliği yapıyor. Bu coğrafyanın bugününü daha iyi anlamak, sömürülmeye başladığı tarihten itibaren şahit olduğu olayları ve gördüğü muameleleri anlamaktan geçer diye düşünüyorum.
Her şey, Avrupalıların açık denizlere açılmasıyla başladı aslında. Öncesinde de yaşam vardı bu kıtada ancak bu konuda çok fazla bilgiye sahip değiliz. Üç önemli medeniyetten söz edebiliriz: Maya, Aztek ve İnka. Bu uygarlıkların önemli eserlerinin bir kısmı günümüze de ulaşmış ancak Avrupalıların Amerika ile olan ölümcül temasından sonra o toprakların sahibi yerliler gibi bu uygarlıkların eserlerinin çoğunun da ömrü kısa olmuş. 1492 yılına geldiğimizde Yeni Dünya, Kristof Kolomb tarafından keşfedildi. Avrupa’nın baharatlara ve değerli madenlere ihtiyacı vardı. Bu amaçla keşfe çıkan Kolomb, Marco Polo’nun seyahatnamesinde bahsedilen etkileyici Hindistan diyarının buralarda olduğunu zannediyordu. Öyle ki iki sefer daha gerçekleştirdiği bu toprakların Asya kıtası olduğu düşüncesi içinde, ilk keşfinden 12 sene sonra öldü.
Amerika’daki İspanyol sömürgeciliği, 1519’da Hernán Cortés’in Meksika’yı işgal etmesiyle hız kazandı. Direnişi kontrol etmek için Cortés’in organize ettiği strateji çok etkiliydi. Yerlilerin liderini ele geçirerek harekete geçip sonrasında liderin haklarından faydalanarak kendilerini toplumun elit sınıfı haline getiriyorlardı. Bu sayede hem vergi alıyorlar hem de iş gücünü organize ediyorlardı. Böylece kıta yavaş yavaş Avrupalıların hizmetine girmeye başladı. Cortés’in ikinci dereceden kuzeni Fransisco Pizzaro’nun, Cortés’in işgalinden birkaç yıl sonra gerçekleştirdiği Peru seferinde bu strateji, hiç olmadığı kadar etkili kullanıldı. İşgalciler, kıtanın içlerine doğru ilerlerken yerliler şaşkınlık içinde boyun eğiyordu. Zira bir tarafta Rönesans sonrası patlama yaşayan Avrupa uygarlığı, diğer tarafta henüz barutu, demiri ya da sabanı kullanmayan, at nedir bilmeyen bir uygarlık… Yerli halkın kolayca boyun eğmesini anlamamız için aradaki bu gelişim farkını görmek yeterli olur herhalde.
Yerlilerin bir kısmı işgalcilerle ilk temasta, bir kısmı da sömürü altında çalışırken kıtaya yeni gelen bu yabancıların zulmü ile hayatlarından oldular. Kimileri ise kaçınılmaz sonun farkına varıp köle olarak hayatına devam etmemek için intihar ediyordu. Bu, mezalimi açıklamak için elbette geçerli bir neden değil ancak söylenebilecek tek bir neden varsa o da işgalcilerin bu kıtanın kaynaklarını ele geçirme arzusu. Avrupa’nın ihtiyaçlarına ev sahipliği yapan bu kıtada sömürgecilerin ilk ve en büyük hedefi değerli madenler olmuştur. İlk olarak hâlihazırda yerlilerin krallarının ve yöneticilerinin hazinelerine konmakta başarılı olan işgalciler, sonrasında yeni madenler keşfedip bu madenleri işlediler. Daha sonra bu coğrafyanın bereketli topraklarına göz diktiler. Kakao, şeker kamışı, kahve ve pamuk başta olmak üzere çok fazla hammadde elde ediyorlardı. Verimli havzalarda gerçekleştirilen tarım faaliyetleri için yerli halkın iş gücü olarak yetersiz kalması sonucu kıtaya gemilerle Afrika’dan köleler getirilmeye başlandı. Uluslararası piyasaya hizmet eden bu tarım arazilerinde ve maden ocaklarında işçinin hayatının hiçbir değeri yoktu. Mümkün olan en az maliyet hedefleniyor, bu amaç uğruna mala geleceğine cana geliyordu.
19.yüzyıla gelindiğinde Latin Amerika’da bağımsızlık mücadeleleri baş gösterdi. Yüzyılın sonunda bugünkü haritaya yakın sınırlar oluşmuş, ülkeler bağımsızlığına kavuşmuştu. Avrupa’dan, Orta Doğu’dan hatta Doğu Asya’dan göç alan kıtada kozmopolit bir yapı oluştu. Sömürgecilerin yerli halktan faydalanmak amacıyla uyguladığı stratejiler, Latin Amerika’nın sosyolojik, ekonomik ve siyasi yapısında derinden değişimlere yol açmıştı. Halk, sömürüden kurtulmasına rağmen bugün bu toplumlarda, birçok alanda o günlerden kalan etkinin devam ettiğini görüyoruz. Sömürgeden sonra oluşan devletlerin siyasi hayatları diktatörler, devrimler ve darbeler eşliğinde karmaşık bir vaziyete büründü. Sömürü döneminde toplumsal hareketliliği kısıtlayan güç sahibi idari birimler sömürge sonrası dönemde de karşımıza çıkıyor ve 16. yüzyıldan itibaren kurulmaya başlayan bu sömürgeci kurumların etkisi hem siyasi hem ekonomik olarak devam ediyor. Örneğin kıtada kurulan silahlı kuvvetler, eskiden olduğu gibi hâlâ halkın en büyük korkusu.
Endüstrinin pek gelişmediği bu ülkeler, daha çok hammadde ve tarımsal ürünler üzerinden ihracatta bulunduğu için ekonomi kırılgan bir hâl almış vaziyette. Bu tür malların yaşadığı fiyat değişkenliği ülkelerin kazançlarını dönemsel olarak değiştirebiliyor. Bu dönemsel ekonomik değişimler de ortaya farklı siyasi tepkilerin çıkmasına neden olabiliyor. Aynı zamanda bu ülkelerde, özel girişimlerin yeterli olmaması sonucunda devletlerin, endüstrileşmeye önayak olduğunu görüyoruz. Bunun için yabancı sermayeye kapılarını açan ülkeler, gümrük vergilerini cüz’i miktarda tutunca, daha önce Avrupa’nın sömürüsünden kurtulmuş olan bölge, zamanla Kuzey Amerika endüstrisinin istilasına uğramaya başlıyor. Ülke içi üretimin bile dışa bağımlı hale gelmesi, zaten kırılgan olan ekonomik yapıyı iyice zora sokuyor ve bu kırılgan yapı ülkelerin ekonomilerini her an olumsuz etkileyebiliyor. Sonuç olarak diyebiliriz ki: Latin Amerika’daki siyasi iktidarlar, bu ekonomik rüzgârın akıntısına kapılıp seçimle veya darbeyle, koltuklarına her an veda etme tehlikesine sahiptir.
Latin Amerika’da ekonomik faaliyetler, eskiden sömürgecilerin elindeydi ve çoğunluğu oluşturan yerliler iş gücünü oluşturmaktaydı. Bu kıtanın madenleri ve toprakları işleniyordu ancak kazanç, toprağın yeni sahiplerine ve limanlardan gemilerle yükleri Avrupa’ya taşıyan şirketlere aitti. Dolayısıyla ortaya devasa bir gelir eşitsizliği çıkıyordu. Bir tarafta lüks ve şatafat, diğer tarafta sefalet ve ölüm vardı. Bugün baktığımızda bu eşitsizliğin eski boyutlarında olmaması umut vericiyken Latin Amerika’nın dünyadaki gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu bölge olduğunu bilmek bu umutları boşa çıkarıyor. Brezilya, Arjantin ve Meksika gibi ülkeler G20’ye dâhil olmuş, büyük ekonomiye sahip ülkeler. Yaptıkları ihracat ve ithalatlarda devasa rakamlara ulaşan bu ülkelerin şehirlerine bakarak kolaylıkla nasıl bir gelir dengesizliğine sahip olduklarını görmek mümkündür. Öyle ki Güney Amerika’nın en zengin şehri Sao Paulo’da fakir mahallelerle zengin mahalleler arasına duvar örülmüş durumda. Duvarın bir tarafında fakirlik, sefalet ve suç ileri düzeyde iken duvarın diğer tarafındaki zenginler lüks içinde yaşıyor. Benzer bir “utanç duvarı” Peru’nun başkenti Lima’da da 3 metre olarak göğe doğru uzanıyor. Bu duvar aslında iş gücü ile patronları ayırıyor. Patronlar işçilere, işçiler de patronlara ihtiyaç duyuyor duymasına fakat çalışma koşulları göz önüne alındığında işçilerin gerçekten zor durumda olduğunu düşünebiliriz. Oysaki işsizlik oranlarına bakıldığında durum hiç böyle gözükmüyor. Peru’da yasa dışı altın madenlerinde zor şartlarda çalışan ve bu şartları araştırıp gündem oluşturmaya çalışan gazeteci Manuel Calloquispe’e tepki gösteren madencileri görünce bu işsizlik oranları çok da inandırıcı gelmiyor. Bu şartlarda, yasa dışı işletmelerde çalışmayı kabul etmek bir nevi var olan çaresizliğin göstergesi.
Peki, Peru devleti ve halkı böylesine fakir bir durumda olmayı hak ediyor mu? “Basit değil, Peru’nun yaklaşık çeyreği açlık çekiyor. Peru’da bunu bitirip tüm ülkeyi geliştirmeye yetecek kadar altın var. Ama Perulular bu parayı hiç göremiyor.” diyor gazeteci Manuel. Pek çoğumuz Latin Amerika’nın uyuşturucu ticaretindeki rolünü biliyoruz. İşte bu altınlar da bu uyuşturucudan elde edilen kirli parayı aklamak için bir araç olarak kullanılıyor. Bu yasa dışı madenlerin kurulduğu topraklar da uyuşturucu kartellerinin, mafyaların kontrolü altında. Her yıl yasa dışı altın madenciliği yaklaşık 1.700 kilometrekare amazon ormanını yok ediyor ve çevreye cıva salıyor. Yasa dışı madencilik, insanların hayatına zarar veriyor ama kimse bunu engellemek istemiyor. Orman ve doğa ciddi tahribat görüyor ama nedense bunu kimse umursamıyor. Bu ülkelerden gelen hammaddelerden elde ettiğimiz fayda susmamıza neden oluyor.
Biraz düşündüğümüzde, 1400’lü yılların sonlarında keşfedilen toprakların güneyinde böylesine istikrarsızlık varken ABD ve Kanada gibi kuzey ülkelerinin, gelişmiş ekonomiler kurmuş olması garip gelebilir. Galeano, kitabında bu konuyu “başlangıçta önemli olmamanın önemi” olarak özetlemiş. Önemli olmamaktan kastı ise keşif yapıldığında güneyde bulunan değerli madenlere, verimli tropikal topraklara ve iş gücüne karşın kuzeyin ilk yerleşilen kıyılarında işe yarar, yeni veya Avrupa’ya taşımaya değer bir şeyin olmaması. Dolayısıyla, Kuzey Amerika’da uygulanan kolonileştirme faaliyetleri, ekonomik gelişmeyi önemsemeyi gerektiriyordu. Amerika kıtasının bu bölümü Avrupa için çalışmıyordu. Bu durum, üretilen zenginliği dışarı aktarmayan ABD’nin özerk bir ekonomik yapı içinde nasıl geliştiğini açıklar.
“Başlangıçta önemli olan” Latin Amerika ülkelerinin kaderi çizildiği gibi devam ediyor. Çoğu başkanlık sistemiyle yönetilen bu ülkelerin, eskiden olduğu gibi günümüzde de yöneticilere fazla güç hakkı tanıdığını görüyoruz. Yıllarca işgalcilere ucuz iş gücü olarak hizmet eden yerli halkın torunlarının, atalarıyla aynı kaderi paylaştığına şahit oluyoruz. Onlara verilen mecburi hammadde üretimi görevinden başını kaldıramayan halk, endüstrileşmede çok geç kalmıştı. Ülkelerin güncel ticaretine baktığımızda bu geç kalmanın bedelinin ödendiğini fark ediyoruz. Başka bir deyişle Latin Amerika’nın bugünkü durumunu, tarihine baktığımızda daha iyi anlayabiliyoruz.
Kaynakça
1-GALEANO Eduardo, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Çev.: Roza Hakmen ve Attila Tokatlı, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2017.
2-ACEMOĞLU Doğan ve ROBİNSON James A, Ulusların Düşüşü, Çev.: Faruk Rasim Velioğlu, Doğan Egmont Yayıncılık, İstanbul, 2013.
3-Population of Latin America and the Caribbean, Worldometer, htps://worldometers.info, (ET: 29.10.2020).
4-Gini index (World Bank estimate), The World Bank, https://data.worldbank.org, (ET: 29.10.2020).
5-GİBNEY Alex (Ya.) MAİNG Stephan (Yö.), Kirli Para (Dirty Money), Jigsaw Productions (Yap.) / Netflix (Dağ), ABD 2018-2020.
6-Nereden Başlasam, (2020, 16 Mart), Latin Amerika, https://nereden-baslasam.simplecast.com
7-“Utanç Duvarları”, Sözcü Gazetesi, 1 Ocak 2016