
İnsanın Ne Olacağı Kendisine ve “Çevresine” Bağlıdır
İnsanın özgürlüğü problemi, felsefenin üzerine en çok konuşulan problemlerinden biridir. Özgürlük üzerine başlıca görüşlerden birkaçı, insanın kader rüzgarında savrulan bir yaprak ölçüsünde iradeden yoksun olduğu, mutlak özgürlükten yoksun olunmasına rağmen iradenin varlığının da inkar edilemeyeceği ve insanın tamamen özgür olduğu şeklinde sıralanabilir. Almanya’da doğan Yahudi siyaset bilimci Hannah Arendt ise bu probleme sıra dışı bir bakış açısıyla yaklaşır: Günümüzde “Başlangıç Felsefesi” olarak adlandırılan bir fikir öne sürer. Hristiyan filozof Augustinus’un ünlü “Bir başlangıç olsun diye insan yaratıldı.” deyişi ile paralel şekilde Arendt, Başlangıç Felsefesinde doğumu insanın yeni bir şeyler yaratma kapasitesinin göstergesi olarak niteler. Dolayısıyla insanın herhangi bir yeniliğe adım atmasının doğum ile birlikte o ana “kadar bilinmeyen konumunda olan” dünyaya adım atılmasıyla ile eşdeğer bir güç, mucizevi bir durum olduğunu savunur. Arendt, Augustinus’un insanın yaratılışı ve başlangıç ilişkini dile getiren düşüncesini “Totalitarizmin Kaynakları” adlı kitabında şöyle yorumlar: “İnsanın yaratılmasıyla birlikte başlangıç ilkesi de dünyaya geliyor. Diğer bir deyişle insan yaratıldığı zaman, özgürlük ilkesi ile de doğuyor.” Bu görüş, Arendt’in felsefesini özgürlük bağlamında oldukça özgün kılar. O, böylece doğumun salt biyolojik bir oluşum olmaktan öte yaratıcılık kapasitesinin ve dolayısıyla özgürlüğün de göstergesi olduğuna işaret etmiş olur. Bu, dünyaya gelen her insanın yalnızca doğmuş olması itibariyle yaratıcı ve özgür olduğu anlamına gelmektedir. Ancak, Arendt’in felsefesindeki “özgürlük fikrinin” dayanağını oluşturan ve tüm yaşayanlar için ortak olan “doğum” gerçekten herkesi eşit bir şekilde mi kucaklamıştır? Doğum, özü itibariyle “dünyaya gelme” olarak ele alınsa da dünyanın neresinde, ne şekilde dünyaya gelindiği göz ardı edilebilir mi?
Arendt, insan hayatını “emek”, “çalışma” ve “eylem” olmak üzere üç alana ayırır. Emek, hayatın devamlılığı için yapılan her tür girişimi ifade eder. Çalışma ile kastedilen meslekler ve bu mesleklerin ilişkisi yani sosyal birlikteliktir. Eylem ile anlaşılması gereken ise insanların arasındaki tüm etkileşimler, bir bakıma “politik alan”dır. Hannah Arendt’e göre bu üç alan içerisinde en değerlisi “eylem” yani politik alandır. Çünkü insanın kendini gerçekleştirebileceği, yani özgür kılabileceği biricik alanı temsil eder. Bu aşamada “politik alan”a ulaşma problemi karşımıza çıkar. Çünkü Arendt’in de ifade ettiği gibi eylemde, geçmenin öncesinde üstesinden gelinmesi gereken “hayatın devamlılığı” ve “sosyal birliktelik” alanları mevcuttur. Rusya’dan ABD’ye göçen bir Yahudi ailede dünyaya gelen Abraham Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nde; fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyacı, sosyal ihtiyaçlar, değer verilme ihtiyacı ve kendini gerçekleştirme ihtiyacı olmak üzere sırasıyla en alttan en üste beş basamak bulunur. Hiyerarşideki temel düşünce, bireyin önceki basamağı büyük ölçüde tamamlamadan sonraki basamağa geçemeyeceğidir. Kendini gerçekleştirmenin kişiyi özgür kılacağını savunan Arendt’in “alan” kavramıyla karşımıza çıkardığı öncüller gibi Maslow da hiyerarşisinde “kendini gerçekleştirme” durumunun temel gereksinimlerin karşılanmaması durumunda mümkün olamayacağına dikkat çekmiştir. Maslow’un “Karnı aç bir insan için beşinci sınıf bir çorba, birinci sınıf bir yağlıboya tablodan daha değerlidir.” sözü bu durumu özetler niteliktedir. O halde özgürlüğün Arendt’in savunduğu gibi doğuştan getirilen bir kavram olduğuna şüpheyle yaklaşılması yerinde olacaktır.
Bu noktada üstünde durulması gereken “Özgürlük doğuştan gelmiyorsa kaynağı nedir?” sorusudur. Sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden olan 14. yy. düşünürü Ibn Haldun’un “Coğrafya kaderdir.” sözüne yoğunlaşalım. Ibn Haldun, iki kelimelik bir cümleyle felsefenin doğuşundan, günümüzde modern kabul edilen toplulukların oluşumuna ve güçlü devletlerin dünya üzerinde nasıl egemenlik kurduklarına kadar çarpıcı ve düşündürücü pek çok sorunun yanıtına parmak basmıştır. Burada “coğrafya” ile kastedilen anlam, politik coğrafyanın alanına girer. Bulunduğunuz iklim kuşağından, doğal kaynaklar bakımından zengin olup olmamanıza, ticaret yollarına yakınlığınız dolayısıyla ekonomik üstünlüğünüze ve kültürler arası etkileşime ne kadar açık olduğunuza kadar geniş bir yelpazede değerlendirilir. Neticede tüm bu koşullar çerçevesinde avantajlı konumda olan topluluklar avantajsız kesimin aksine daha farklı alanlara yönelme lüksüne kavuşurlar. Başka bir deyişle, kimileri hiyerarşinin fizyolojik ihtiyaç kısmında veya Arendt’in insan hayatı ayrımındaki “emek” alanında sıkışıp kalırken kimileri de kendini gerçekleştirme basamağına veya “eylem” alanına ulaşabilecek imkanı bulabilmişlerdir. Arendt’in özgürlük anlayışı her ne kadar “liberal özgürlük” anlayışı ve tanrı kaynaklı “özgür irade” düşüncesiyle sınırlı olmayıp “başlangıç yapabilme yetisi” anlamına gelse de bence yeni bir başlangıç yapmanın çevresel koşullar ile olan güçlü ilişkisini Arendt göz ardı ediyor. Hannah Arendt’in Nazi siyaseti sebebiyle Alman üniversitelerinde ders vermesinin engellenmesi ve II. Dünya Savaşı ile birlikte toplama kamplarına gönderilmemek için Fransa’dan kaçmak zorunda kaldığı göz önünde bulundurulduğunda belki de Arendt’in insanın doğuştan özgür olması ve mutlak kader anlayışının eylemlerden sorumlu tutulamayacağı görüşüne sıkı sıkıya bağlanmasının Almanya’nın totaliter rejimin etkisinde canavarlaşmasının önlenemez olduğu düşüncesine katlanamamasından ileri geldiği söylenebilir.
Arendt’in özgürlük felsefesi; yaratıcılığı, eylemi ve harekete geçmeyi öğütleyip insanın doğumu itibariyle yaptığı başlangıcın onu fazlasını yapmaya da muktedir kıldığını savunması itibariyle oldukça ilham verici. Ancak felsefesinin merkezine koyduğu “insan”ın kapsamı temel gereksinimlerini karşılama kaygısı olmayan modern bir toplumun insanı ile sınırlı. Aynı toplumda yaşayıp yalnızca “var olmaya” çalışan kitlenin eylemlerindeki özgürlük derecesini, söz konusu temel gereksinimleri karşılamış, politik alana yönelme imkanını bulabilmiş kitleyle aynı kefeye koymakta. Dahası, coğrafi anlamda dezavantajlı bölgelerde yaşayan izole insan topluluklarının eylemlerinin neden onları modern birer devlet konumuna taşımadığı sorusunu da yanıtsız bırakmakta. Bence bağlamdaki kopukluğun sebebi “coğrafya” faktörünün eksikliğinden ileri gelir. Bu da bize, insanın özgürlüğünün doğumunun yanı sıra içine doğduğu çevresel koşullara da bağlı olduğunu gösterir. Kanımca Arendt’in Doğuş Felsefesi, aslen olduğu gibi, coğrafyadan bağımsız ele alındığında kendi vurguladığı “emek”, “çalışma” ve “eylem” alanları arasındaki geçişin açıklanması mümkün olmayacaktır. Özetle Hannah Arendt’in “özgürlük” düşüncesi çevresel etkenlerden yoksun haliyle, özü itibariyle kaçındığı “kader etkisine” işaret etmektedir.