Erich Fromm’un Gözünden Sahip Olma ve Olma Üzerine

/ / FELSEFE

Erich Fromm sahip olma ve olma kavramlarını birbirine alternatif varoluş biçimleri olarak tanımlar. Bu kavramlar, insanların hayata bakış açısını yansıtırken kendilerini oluşturma hususunda da büyük pay sahibidirler. İnsan, hangi kavrama daha yakınsa yaşamını ona göre şekillendirir; mutluluğu, mutsuzluğu, neler yapıp neler istediği, kendisine yakın olan tarafın yönlendirmesiyle gerçekleşir. En nihayetinde insan hayatını ya olmaya ya da sahip olmaya odaklar.

Peki ya bu yönelimler yaşamda kendine nasıl yer bulur?

İki tarafı da sırayla ele alarak başlayalım. Kişi “sahip olma” yönelimindeyse kendini, yaşam tarzını, hatta hayata karşı mottosunu dahi sahip olduklarına ve sahip olabileceklerine göre belirler: Onun için kendisini tanıtmadaki en etkili yol, sahip olduğu nesneleri belirtmektir.

Ayrıca vurgulamak gerekir ki sahip olma, belirli bir nesneyi elde bulundurmaktan çok daha geniş bir anlam taşır. Örneğin sahiplenme arzusunun nesnesi pekala bir insan da olabilir. Elbette bir insanı mal yerine koyup ona sahip olduğunuzu söyleyemezsiniz lakin o kişinin belli durumlardan ötürü sorumluluğunu üstlenebilirsiniz. Bir çocuk veya bakıma muhtaç insan sizin sorumluluğunuzda olabilir ve bu durumun ortaya bir sahiplenme olgusu çıkarması çok olasıdır. İşte bu durumda kişi, malvarlığının yanı sıra, ona sahip olduğunu düşündüğü insanları da kendisini tanıtmada yahut tanımlamada bir araç olarak kullanır.

Yine kişi, sanki mülkiyet gibi birtakım ideolojilere, siyasi görüşlere, dini inançlara da sahip olabilir. Keza itibar, deneyim, anı, imaj gibi sahip olunabilecek daha pek çok şey vardır. Zaten bu yaşam tarzını benimseyen insana bir süre sonra her şey sahip olunabilecek bir nesne gibi gelir.

Sahip olma yönelimindeki kişi, salt kendisi olarak değil, ancak dış dünyanın nesnelerine sahip oldukça bu dünyada yer edinebileceğini sanır. Var olma durumu adeta ne kadar çok şeye sahip olduğuna bağlıdır. Erich Fromm, bu hususu koltuk değneği metaforuyla açıklar: “Sahip olma yönelimindeki kişi her zaman kendi ayaklarından ziyade koltuk değneklerini kullanır.”

Kişiyi sahip olmaya iten etmen nedir?

Kişinin kendisini gerçekleştirmesinin, varoluşunun önündeki en büyük engellerden birisi de kendisine dayatılan, otoriter gördüğü şeylere karşı duyduğu korkudur. Bu korku, kişide özgür olma isteği doğurur.

Geçmiş yüzyılların hükümetler, kiliseler, krallar gibi insanlar üzerinde otorite kuran kurumlarının verdiği korkuyu artık günümüz dünyası farklı bir boyuta ulaştırmıştır. Makineleşme, seri üretim ve dev teşebbüslerle devlet; bireyi özgür olduğuna, bireyin yaptığı her şeyi kendi çıkarına yaptığına ikna etmişse de esasında korku sadece yeni bir kılığa bürünmüştür. Kişi, dev bir organizasyonun yalnızca ufacık bir parçası olmuş; yoğun çalışma saatleri gibi birçok olumsuzluğa maruz kalsa da tasarruf yerine “tüketim” fikri ve bu tüketimin ona mutluluk sunacağı vaadini benimsemiştir. Oysaki bu sefer de tek bir kişiye (krala, din görevlisine) itaat ederek özgürlüğünü kaybetmek yerine çarkın dişlisi olarak kendini o bütüne teslim ederek özgürlüğünden olmuştur. Korkunun kılığı, özgürlüğün kurmacasında gizlenmiştir. Kişi yine de özgür olduğunu düşünerek kendini gerçek bir irade özgürlüğü yerine heves özgürlüğü kavramının içinde bulmuştur. İşte bu heves özgürlüğü, bu tüketim fikri, kişiyi sahip olmaya yönelmeye itmiştir.

Hevesin genel ölçütü “Neden?” sorusu yerine “Neden olmasın?” sorusuna cevap vermesidir. Tüketimde de hevesi esas alan kişi, bir şeye sahip olmasına bir neden bulamasa da sahip olmaması için de bir sebep göremediğinden o şeye sahip olmayı seçer. Kişi, bir ürün satın almadan önce piyasadaki metaların birçok kolu, çeşitli reklamlarla, promosyonlarla kendi ürününü tüketiciye beğendirmeye çalışır. En sonunda o ürünü alan kişi, tamamen kendi iradesiyle bir tercihte bulunduğunu, o ürünü seçerken özgür olduğunu düşünür; oysaki ürünü alma süreci içerisinde defalarca çeşitli reklamlara maruz bırakılmış, çeşitli pazarlama stratejilerinin tesiri altında kalmıştır.

Şimdi de bir başka noktaya değinelim. Sahip olmaya dayalı yaşam tarzının en önemli sonucu ve sorunu hiç şüphesiz egoizm ve bencillik olur. Kişi artık o hayata kendini kaptırarak her şeye sahip olmak ister; paylaşma, dayanışma gibi konulara ise sırt çevirir. Almaya daima hevesli iken, kendinden bir şeyler vermeye karşı oldukça katı bir tutum sergiler.

Bu bencilliği aşmanın ilk şartı bunun farkına varmaktır. Farkındalık duygusunun ardından ikinci adım ise sahip olma eğiliminin nedenlerine, köklerine inmektir: Kişi neden yalnızca bedenen ve ruhen bir bütün olarak “kendi” olamıyor da nesnelere sarılıyor, neden belli bir mülkiyetin arkasına sığınarak kendini tanımlıyor, bunu keşfedebilmektir. Bu durumun ardında güçsüzlük duygusu, yaşamdan korkma, özgüvensizlik, insanlara güvensizlik gibi pek çok neden yatıyor olabilir. Bu nedenleri eşeledikten sonraki adım ise sahip olmaktan olmaya/iyi olmaya dönüşüm arzusunu pratiğe dökmektir. Yani pratikte birtakım değişmeler kaydetmektir. Bu noktada, sahip olduğunuz şeyleri elden çıkarmaya başlamak, kimi noktalarda bir şeylerden feragat etmek gibi küçük ama etkili adımlar önerir Fromm. Kişi, o “şeylerden” vazgeçtikçe, onları yitirdikçe kendini kaybetme korkusu hisseder. Oysaki kendini henüz yeni kazanmaktadır…

Artık yaşamını egosu için bir şeylere sahip olmaya göre şekillendirmekten ziyade salt kendisi için bir şeyler yapacak hale gelir. Ruhsal zenginliği için sanata, doğaya, yeni fikirlere yönelir örneğin. Mülkiyetindeki nesnelerle kendine bir yaşam kurup ona hapsolmak yerine dış dünyaya karışır. İşte, istikrarlı ve motive bir şekilde yürütülen bu süreç sayesinde olmaya yönelim tarafına geçilebilir.

Olmaya yönelimden bahsetmek gerekirse, burada kişinin yaşam amacının, kendini ruhsal yönden geliştirmeye odaklı olduğu görülür. Kişi; kendi iç dünyasını tanımak, kendi benliğinin özelliklerini keşfetmek ve dış dünyayla buna uygun bir biçimde, sağlıklı iletişim kurmak gayesi taşır. Olma sanatını öğrenmedeki en önemli adım, yüksek bilinç kapasitemizi ve zihin söz konusu olduğunda eleştirel ve sorgulayıcı düşünme yetimizi güçlendirmektir der Fromm. Bu esasında bir karakter meselesidir. Kişi kendi kendini analiz edebilmeli (oto-analiz) ve dış dünyadaki nesnelerden, otoritelerden bağımsız kalarak sorunlara kendi başına çözüm üretebilmeyi öğrenebilmelidir.

Yine olmaya yönelmenin en temel hazırlıklarından birinden söz etmek gerekir ki o da meditasyon. İki farklı meditasyon türü bulunmaktadır. Kişinin kendi kendini telkin eğitimi gibi yöntemlerle ruhsal ve bedensel rahatlama sağlaması ilk seçenek iken, başlıca amacı kişiyi bağımlılık, hırs ve yanılgılardan olabildiğince kurtararak onu daha yüksek bir var olma haline çıkarmak isteyen yöntemler de diğer seçenektir. Meditasyon, çeşitli doktrinlerde kendine yer bulur. Örneğin Budist doktrin, yaşamın amacının açgözlülük, nefret ve cehaletin üstesinden gelinmesi olduğunu söylerken meditasyonun ve farkındalığın bu noktada önemine de dikkat çeker. Meditasyon, bilinçaltıyla doğal ve sıcak bir temas kurarken bize de bu yaşam hedeflerini gerçekleştirmekte kapı aralar.

Toparlayacak olursak, olmaya yönelimin temeli; öz farkındalıkla, oto analizle, kendini tanıma ve nesnelerden bağımsız bir biçimde “kendin olma” ile kurulur ve en nihayetinde işin sırrı, “ben neye sahipsem oyum” demek yerine “ben neysem oyum” diyebilmekte yatar. Bunu başaran ve yaşamını daima bu çizgide sürdürebilen bireyler olabilmemiz dileğiyle…

 

Kaynakça

1-FROMM, Erich, Olma Sanatı, çev. Orhan Düz, Say Yayınları, 2019.

2-FROMM, Erich, Sahip Olmak ya da Olmak, çev. Aydın Arıtan, Say Yayınları, 2015.

3-https://www.sosyalbilimler.org/frommdan-olma-sanati-var-olma-yolculugunda-dogru-yerde-miyiz/

 

-Gizem TATAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir