Aşk, insanlık tarihinde daima kendine yer edinen, insanlar üzerinde büyük bir etkiye sahip olduğu bilinen, üzerine belki de milyonlarca kez yazılıp çizilen, senaryolar üretilen, en kaotik anlarda bile bir yerlerde gizlenen bir duygudur. İnsanların uğruna ölümü dahi göze aldığı bu duygu, insanlar arasında her dönem var olmasının yanı sıra tanımı konusunda neredeyse en uzlaşılamayan kavramdır. Kimisi aşkı çeşitlere ayırır, kimisi sadece maddi ya da manevi boyutu ele alır; kimisi hayatta sadece bir kez yaşanabilecek bir duygu hali olduğunu söylerken kimisi birden çok kez aşık olunabileceğini ileri sürer. Bu şekilde belli kıstaslar belirlenirken bir sürü de tarif yapılır. Kısacası hemen hemen herkes, aşkı kendince tanımlamaya ve yaşamaya çalışır. Bir de biraz daha ayrı bir kesim vardır ki ısrarla aşk diye bir şey olmadığını savunur…
Bugün bu çetrefilli konu üzerine konuşurken gözlerimizi 19. yüzyıl Alman filozofu Arthur Schopenhauer’ın görüşleri üzerine çevireceğiz. Genelde aşka dair “karamsar” bir bakış açısına sahip olmasıyla bilinen filozofumuzun, aşk, tutkulu sevgi ya da cinsel sevgi olarak adlandırdığı bu duyguya dair fikirlerini, birtakım analizlerini ve bu analizlerle vardığı sonuçları hep beraber inceleyeceğiz.
Schopenhauer’dan Önce
İlk olarak değinmek gerekir ki Schopenhauer, tarih boyunca yazarların, şairlerin, sanatçıların ve daha nice insanın aşkı defalarca kez ele almasına rağmen filozofların bu konuda eksik kaldığını, aşkı yeterince ele almadıklarını söylemiştir. Kendisinden önce aşk üzerine karalayan bir avuç filozofun görüşlerini ise hatalı veya yüzeysel bulduğu için onları kendi incelemesi esnasında yararlanabileceği bir kaynak olarak kullanmak istemediğini de eklemiştir. Örneğin Rousseau’nun aşka dair fikirlerini yanlış ve yetersiz bulmuş, Kant’ınkileri ise yüzeysel ve yer yer hatalı olarak nitelemiştir. Bu konuda yine de en çok kafa yorduğunu söylediği Platon’u ise aşkı ele aldığı alanın sadece fabllar, şakalar ve mitlerle sınırlı kalmasından ötürü eleştirmiştir. Özellikle Spinoza’nın Ethica’sında “Aşk, dış bir neden fikrinin eşlik ettiği bir iç gıdıklanmasıdır.” tanımını ise safça görerek eğlendirici bulmuştur.
Aşk Diye Bir Şey Var mıdır?
Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi bir kesim, bu duygunun gerçekliğini reddeder. Aşkın doğaya uygun olmadığını savunup onu inkar eder. Schopenhauer ise bu noktada kesin bir tutum sergiler. Bu reddedişin yanlışlığını, Lichtenberg’in bir makalesinde aşkın gerçekliğini inkar etmesini büyük bir yanılgı olarak görmesiyle çok net belirtir. Schopenhauer, insan doğasına aykırı yahut yabancı bir konunun insanlığın her döneminde bıkıp usanmadan işlenmesinin mümkün olamayacağını söyler. Ayrıca insanların gerçek olmayan bir şeye, her dönem hep aynı ilgiyle yaklaşmasını ve katılma isteğini ise imkansız olarak değerlendirir. Bu sebeple aşkın seviyesinin, şiddetinin değişik ölçülerde olabilmesinin yanı sıra hiç olmamasının savunulmasını gerçeklikten uzak bir yorum olarak niteleyerek insanlar üzerindeki etkisine baktıkça aşkın sahiden önemli bir hakikat olduğunu vurgular.
Aşkın Nihai Amacı Nedir?
Schopenhauer bütün aşkların diledikleri kadar dünyevilikten uzak görünsünler yine de yalnızca cinsel dürtüler üzerine temellenmiş olarak görür. Hatta aşıklık halini direkt bireyselleşmiş cinsel dürtü olarak tanımlarken bunun insanların hayatında çok büyük yer ettiğini de belirtir. Bu aşk/cinsel sevgi, sadece tiyatro oyunlarında ya da romanlarda bulunmaz; gerçek yaşamda da bir şekilde her yerde kendini gösterir. En feci kavgalar onun yüzünden kopar, işler aksatılır, kimi zaman en sağlam ilişkiler onun yüzünden bozulur, kimisi onun için sağlığından, mutluluğundan hatta zenginliğinden olur. O, en ciddi meselelerin bile arasına sızar, insanın hayatını karmakarışık edip her şeyi tersine çevirir. Schopenhauer aşkı yaşamlarımızı işte böyle mahveden bir iblis olarak görür. Fakat neden? Neden bu kötülüğü kendimize yaparız? Neden bunca korku, endişe, hüzün ve dert ediniriz? Tarih boyunca aşk yüzünden neden onca gürültü patırtı kopmuştur?
Görüldüğü üzere bu denli yıkıcı etkileri bulunan bir duyguyu önemsiz saymak şüphesiz hata olacaktır. Çünkü yaşanan bunca kaotik ve hisli durum, aslında büyük bir amaca hizmet etmektedir. Schopenhauer bu hususu şöyle açıklar: “Belli bir çocuğun dünyaya getirilmesi, taraflar bilincinde olmasalar da bütün o aşk hikayelerinin gerçek amacı ve hedefidir. Her aşık olma durumunda, belli bileşim niteliklerine sahip bir bireyin üretilmesi amaç olarak kovalanır.”
İşte Schopenhauer, bu amaçla birlikte bütün o çekilen çileleri “onurlu bir mücadele” olarak görür. Bunu kabul etmeyen aşıkları ise eleştirir; onlar kendilerini ne kadar abartılı duygulara, içli sözcüklere, uçarı hallere kaptırırlarsa kaptırsınlar yanılmaktadırlar der.
Schopenhauer o kadar ileri gider ki iki kişinin birbirinden etkilenmeye başladıkları andan itibaren birbirlerine karşı giderek artan eğilimlerini, hislerini “meydana getirmeyi arzu ettikleri yeni bireyin yaşama iradesi” olarak değerlendirir.
İçgüdünün Aşktaki Rolü Nedir?
Schopenhauer iradeyi bireyselleşmiş olarak nitelendirirken içgüdü için “türün duyusu” der. Dolayısıyla herkesin aslında içgüdüleriyle hareket ettiği noktalarda konu, iradenin süzgecinden geçerken bireysel bir hal alır. Bu durumda kişi aslında kendi bireysel amaçları uğruna bir şeyler yaptığını sanır. Oysaki insan sadece kendi hazzının peşinden gittiğini sansa da aslında insanı yönlendiren, tür için en iyiye yönelmiş olan içgüdüden başka bir şey değildir.
İçgüdünün yansımaları hayvanlarda daha rahat gözlemlenebilse de Schopenhauer insanların içgüdülerinin de çok belirgin olduğunu söyler. İçgüdünün kendini en belli ettiği şeyi ise “öteki bireyi cinselliğin tatmini için oldukça hassas, ciddi ve ısrarla seçip ayıklamamızdır.”
Bu ısrarlı ve kılı kırk yararcasına seçme işleminin altında ise çok bariz bir temel yatmaktadır: Türün tipinin olabildiğince doğru ve katıksız bir şekilde korunup sürdürülmesi. Bu amaçla meydana gelecek yeni bireyin olabildiğince kusursuz olması.
Karşılıklı uygunluk ne kadar kusursuzsa karşılıklı sevgi de o kadar büyük olacaktır, dolayısıyla doğacak birey de bedensel ve zihinsel düzlemde o denli uyumlu olacaktır der Schopenhauer. Elbette bu denli kusursuzluğu yakalamanın oldukça zor olduğunu, gerçek aşkın alabildiğine ender bulunduğunu söylese de yine de böyle bir aşk imkanının herkesin içinde mevcut olduğunu belirtmeden edemez.
Seçimimizi Yönlendiren Etmenler Nelerdir?
Öteki bireyi seçme konusunda ilk olarak bizi güzellik duyusu yönlendirir. En nihayetinde sevme eğilimi büyük ölçüde sağlığa, güzelliğe göre kendine yol çizer.
Burada dikkate alınan ilk kriter yaştır. Erkekler için asıl tercih 18-28 yaş arası olurken kadınlar için 30-35 yaş arasıdır. Bu tercihlerin nedeni, bizi bilinç dışı yönlendiren amaç olan üreme imkanıyla ilgilidir.
İkinci kriter ise sağlıktır. Geçici hastalıklar pek sorun olmasa da öteki bireyde kronik bir rahatsızlık olması karşı tarafı içten içe huzursuz edebilir. Nedeni ise kolayca anlaşılabileceği gibi doğacak çocuğa bu hastalığın geçmesi ihtimalidir.
Üçüncü kriterimiz iskelet kemik yapısıdır. Kemik yapısında orantısızlık, bozukluk, çarpıklık, aşırı kısalık veya uzunluk, türü kusursuzca devam ettirmek yolunda önümüze engel olarak çıkar. Bu yüzden doğuştan gelen bu tür aksaklıklar, bireyin tercihinde olumsuz bir faktördür.
Dördüncü kriter daha çok erkeğin kadını seçmesinde etkili olan kilo oranıdır. Yine farkında olunmasa da vücudun belli bir dolgunlukta olması, hamilelik boyunca cenine bol bol besin sağlanacağını düşündürür ve rahatlatır. Aşırı zayıf bir kadın için içgüdü bu konuda birtakım tereddütler sezebilir.
Beşinci kritere gelirsek bu da kadın ve erkekte farklı şekillerde değerlendirilen yüz güzelliğidir. Burada aslında her iki taraf da yüz güzelliğinin sorumluluğunu anneden bekler. Erkek, türün tipi için kadının yüz güzelliğine önem verir. Güzel bir burun, güzel gözler önemlidir. Kadın ise bu sorumluluğu zaten kendisinin üstlendiğini düşündüğü için erkekte güzelliğe, özellikle yüz güzelliğine çok az önem verir. Aslında zaten erkeğin çocuğa geçirebileceği her türlü bedensel bozukluğu, bu kusurların kadında bulunmamasıyla ya da bu kusuru taşımama bakımından erkekten çok ileride olmasıyla kadın üreme sırasında ortadan kaldırabilir. Fakat erkek cinsine özgü, annenin veremeyeceği iskelet yapısındaki birtakım özellikler, kadınlar için bir tercih ölçütü oluşturur: Geniş omuzlar, kas gücü, sakal gibi erkeksi nitelikler burada önemlidir. Schopenhauer kadınların çoğunlukla çirkin erkekleri sevmekle birlikte bu erkeksi özelliklere sahip olmayan erkeklere ise hiçbir zaman aşık olamayacaklarını söyler. Çünkü böylesi erkeksi özellikleri erkeğin yerine kadın telafi edemeyeceği için türün tipinin korunmasında bu durum, tehlike teşkil eder.
Peki ya İç Güzellik?
Güzellik duyusunun yönlendirdiği fiziksel kıstasların yanı sıra bir diğer düzlemde ruhsal özellikler yer alır. Burada kadınların aradığı karakteristik özellikler daha çok kararlılık, cesaret, dürüstlük minvalindedir. Bununla beraber erkekteki entelektüel nitelikler kadınlar üzerinde pek fazla etki yapmaz. Çünkü bunlar babadan çocuğa geçebilecek özellikler değildir. Entelektüel özellikler anneden alınmaktadır. Bu sebeple Schopenhauer, sıklıkla çirkin, budala bir erkeğin akıllı, iyi yetişmiş bir erkek karşısında daha tercih edilesi olduğunu dile getirir. Bir kadının erkeğin zekasına, kültürlü oluşuna aşık olmasını gerçek dışı ve gülünç bulur.
Ne var ki entelektüel özellikler anneden gelse de erkeklerin içgüdüsel aşklarında kadının karakter özelliklerinin etkisi çok azdır; bu özellikler genelde bedensel güzelliğin etkisinin kolayca altında kalır.
Burada ek olarak belirtmek gerekir ki bir kadının zeki, kültürlü bir erkeği seçmesi yahut bir erkeğin kadının karakterini göz önünde tutup ona değer vermesi elbette mümkündür fakat bu ancak ilişkide mantıklı bir seçim yapıldığını açıklamaya yarar. Sözünü ettiğimiz içgüdünün hizmetindeki tutkulu sevginin içine dahil olamaz.
Bir de bireyin kendisinin yoksun olduğu özellikleri karşısındaki bireyde görme arzusu vardır. Kişi, kusurları yüzünden kendinde meydana gelen tipten sapmaların yeni bireyde de oluşmasını engellemek için, bir diğer anlatımla, doğacak bireyin türün saf sunumunda olmasını sağlamak için öteki bireyde bunun için gerekli özellikleri arar. Kendi yoksun kaldığı mükemmelliği karşısındakinde görmek isteyen birey, buna uygun seçimler yapar. Örneğin bir erkek kas gücü bakımından ne kadar zayıfsa o oranda bu yönleri güçlü kadınlar arayacaktır.
Burada bazen bireyin kendisinde mükemmel olan bir özelliğin öteki bireyde kusurlu olması da ona cazip gelebilir. Yani kendisinin karşıtı olduğu halde öteki bireydeki yetersizlikler de ilgi çekebilir. Schopenhauer bu konuya ilişkin “Bu yüzden kısa boylu, ufak tefek erkekler uzun boylu, iri kadınlar ararlar ya da uzun boylu, ince bir vücuda sahip kadınlar fazlasıyla tıknaz ve kısa erkekleri güzel bulabilirler.” örneklerini verir. Bireyler arası uyum ve belli bir dengenin korunması, türün devamının da tipten sapmaması, hem bedensel hem zihinsel yönden mükemmelliğe ulaşması ve türün olabilecek minimum kusurla devam etmesi açısından çok önemlidir. Bu yüzdendir ki yukarıda verdiğimiz örnekteki gibi çok uzun boylu bir kadın, iri, uzun boylu bir erkeği tercih etmekten kaçınarak daha kısa bir erkeği tercih eder. Bu tercihin temelinde, doğanın çok iri kıyım bir ırkın ortaya çıkmasından kaçınma amacı yatar.
İçgüdünün Derin Sancısı: Aşk Acısı
Sevgiliden ayrılmak zorunda kalma ya da sevgiliye kavuşamama, çağlar boyu birçok şiirin konusu olmuş; birçok oyun bu konu etrafında şekillenerek yazılmıştır. İnsanların da kendi hayatında deneyimlediği bu tarz olaylar, kişiyi özlem duymaya, acı çekmeye sevk etmiştir. Aşıkların öyle ya da böyle bir arada olamamasından kaynaklanan bu acıyı, aşk acısını Schopenhauer, türün hizmetine yönelik amacımıza uygun bir öteki birey bulduktan sonra onu bir şekilde yanımızda tutamamanın verdiği ruhsal sıkıntı olarak tanımlar.
O kişinin içgüdüsel amacımıza uygun bir birey olduğunu düşündüren şey ise Schopenhauer’a göre ilk bakışta anlaşılır. Ona göre büyük tutkular kuralda ilk bakıştan doğar. Shakespeare’in “İlk bakışta sevmeden kim aşık olmuştur ki?” cümlesi, yerinde bir alıntı olacaktır. Sözün özü, bir kişinin sevebilmesi için enine boyuna düşünüp bir seçim yapması yerine ilk bakışta o kişiyi amaca elverişli bulması önemlidir. Mateo Aleman bu durum için “kanın ısınması” tabirini kullanır.
İşte bu kanın ısındığı kişiyle beraber olamamak, aşk acısı denen sıkıntıyı da beraberinde getirir.
Sonuç
Toparlayacak olursak herkes, bütün seçimlerinde kendi zevkine göre ve tamamen bireysel hareket ettiğini sansa da seçimlerimiz arasına gizlenmiş türün duyusu olan içgüdü, bizi muhakkak türün çıkarlarına göre yönlendirir. Aslında tüm insanlar Schopenhauer’a göre bilmeden de olsa bu büyük görevin hizmetindedir. Aşkı hayatımızda çok önemli görmemiz, aşık olduğumuz kişiyi kafamızda çok yüksek bir yerde konumlandırmamız, irade adı altında bize bireysel davranışlar gibi gözükse de aslında tamamen türün duyusudur. Alabildiğine ender de olsa gerçek tutkulu sevgiyi yakalamak ise rastlantıların belki de en iyisi ve en kötüsüdür.
Kaynakça
1-SCHOPENHAUER, Arthur, Aşkın Metafiziği, çev. Veysel Atayman, Ayrıntı Yayınları, Aralık 2018.2-SCHOPENHAUER, Arthur, İnsan Doğası Üzerine, çev. Elif Yıldırım, Oda Yayınları, 2013.
3-SCHOPENHAUER, Arthur, Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine, çev. Ahmet Aydoğan, Say
Yayınları, 2007.