
“Kalabalığın tüm kötülüklerini nefret dolu değil saçma göstermek için eğilmeli ve Heraklitus ‘tan ziyade Demokritus’ u taklit etmeliyiz. Heraklitus halka açık yerlere gittiğinde ağladı, oysa Demokritus güldü: Heraklitus ‘a tüm aktivitelerimiz berbat görünüyordu, Demokritus’ a kadar. Yani her şeyi hafifletip kolay bir akılla katlanmalıyız, hayatla dalga geçmek, onu çırpınmaktan daha insancıldır. Yas tutmaktansa gülen adam insan ırkına daha çok hizmet ediyor: Birincisi fayda umudu bırakmış, diğerinin ahmakça ıslah edilmekten ümitsizce ağlıyor. Ortalığı boş yere düşününce, kahkahalarını kontrol etmeyen adam, gözyaşlarına hakim olamayandan daha büyük bir akıl gösterir, kahkaha en hafif duyguları uyandırır ve büyük, ciddi, hatta mutsuz bir şey düşünmez. yap.” (Seneca, Huzur Üzerine, 15.2-3)
Geçmişten günümüze insanlık en yoğun duygusal değişimlerini en büyük beklentilerinin sonuçlarına borçludur. Epistemolojideki anlamıyla beklenti, “Mevcut şartların muhtemel sonuçlarından yola çıkılarak oluşturulan geleceğe dair inanç” olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla konjonktürel bir kavramdır. Beklentiler, çoğu zaman içinde bulunulan toplumun sosyolojik yapısı içinde şekillenir. Sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden olan 14. yy. düşünürü Ibn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” sözü bağlamında ele alındığında, yaşanılan coğrafyanın beraberinde getirdiği; üyesi olunan ailenin değer yargıları ve toplumdaki statüsü gibi birçok çevresel etken yalnızca bireyin karakterinin değil, buna bağlı olarak hayattan beklentilerinin oluşmasında da rol oynayan temel parametrelerdir. Ibn Haldun, iki kelimelik bir cümleyle felsefenin doğuşundan, günümüzde modern kabul edilen toplulukların oluşumuna ve güçlü devletlerin dünya üzerinde nasıl egemenlik kurduklarına kadar çarpıcı ve düşündürücü pek çok sorunun yanıtına işaret etmiştir. Amerikalı bilim insanı Jared Diamond’un “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı başyapıtının çıkış noktasını oluşturan, “Neden siz beyazların bu kadar çok kargosu var, bunları Yeni Gine’ye neden getirdiniz ve biz siyahların kendi kargosu neden bu kadar az?’’ sorusu arka planında yıllardır süregelen güç savaşlarının niçin bazı toplulukların lehine, diğerlerinin aleyhine sonuçlandığını irdelerken tezini yine Ibn Haldun’dan alır. Burada “coğrafya” ile kastedilen anlam, politik coğrafyanın alanına girer. Bulunduğunuz iklim kuşağından, doğal kaynaklar bakımından zengin olup olmamanıza, ticaret yollarına yakınlığınız dolayısıyla ekonomik üstünlüğünüze ve kültürler arası etkileşime ne kadar açık olduğunuza kadar geniş bir yelpazede değerlendirilir. Neticede tüm bu koşullar çerçevesinde avantajlı konumda olan topluluklar avantajsız kesimin aksine daha farklı alanlara yönelme lüksüne kavuşurlar. Böylece beklentiler farklılaşır ve toplumların arasına fiziki bariyerlerden çok daha güçlü olan zihinsel setler çekilir.
Rusya’dan ABD’ye göçen bir Yahudi ailede dünyaya gelen Abraham Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisinde; fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyacı, sosyal ihtiyaçlar, değer verilme ihtiyacı ve kendini gerçekleştirme ihtiyacı olmak üzere sırasıyla en alttan en üste beş basamak bulunur. Hiyerarşideki temel düşünce, bireyin önceki basamağı büyük ölçüde tamamlamadan sonraki basamağa geçemeyeceğidir. Bulunulan basamağın beklentisi ise daima bir sonraki basmağa çıkabilmektir. Kuram, çevresel faktörlerden çok bireye bağlı olduğu izlenimini verse de bana göre durum böyle değildir. Birey, bir parçası olduğu toplumdan ayrı düşünülemeyeceğinden ve aynı şekilde toplum, içinde bulunan bireylerden meydana geldiğinden çoğunluğun yer aldığı basamak toplumun konfor alanını da belirleyecektir. Her bakımdan dezavantajlı bir toplumun üyeleri henüz beslenme, barınma gibi yaşamın devamı için elzem gereksinimleri karşılama beklentisi içerisindeyken avantajlı konumdaki toplumda tüm bunları aşmış, kendini gerçekleştirme beklentisi içerisinde, çevreye daha az bağımlıyken yalnızlığa daha çok gereksinim duyan bireyler olacaktır. Maslow’un “Karnı aç bir insan için beşinci sınıf bir çorba, birinci sınıf bir yağlıboya tablodan daha değerlidir.” sözü bu durumu özetler niteliktedir. O halde kendini gerçekleştirme beklentisinde olduklarını kabul edebileceğimiz Demokritus, Heraklitus ve Seneca’nın neden sahrada yaşayan bir bedevi yahut Jared Diamond’a soru soran yerli gibi Yeni Gineli olmadığı Ibn Haldun’un bilge sözü ve Maslow’un Hiyerarşisinin toplumsal yanı göz önünde bulundurularak anlaşılabilir. Refah içerisindeki Antik Yunan’dan çıkan yüzlerce bilgi sevdalısı temel gereksinimlerini karşılayabildiklerinden bilgi edinme lüksünün peşinden koşabilmişlerdir. O halde görece aydın bir toplumun üyesi olan Demokritus niçin yurttaşlarına sırt çevirip izole bir hayat sürmeyi tercih etmiştir? Heraklitus halkın tavırlarını niçin bayağı ve berbat olarak değerlendirmiştir? Bu, aynı toplumun içerisindeki bireylerin zihinleri arasında çekilmiş bir set midir, mağara alegorisindeki esaretten kurtulmuş kölelerin geri döndüklerinde esaret altındakileri kurtarma çabalarının kendilerine “deli” yakıştırması yapılmasına sebep oluşu gibi kaynağı bilgisizlik dahi olsa salt toplumsal kötülüğün sonucu mudur? Yoksa filozofların belki de karşılanmayan beklentileri sonucunda verdikleri, zıt ancak aynı ölçüde anormal olarak nitelendirilen tepkiler toplumdan çok daha büyük bir yere mi yöneltilmişti? Bin dokuz yüz yıl önce dönemin İmparatoru Neron tarafından geçerli bir sebep gösterilmeksizin ölüme mahkum edilerek feci şekilde can veren Seneca zorlu hayatına metanetle veda ederek stoacı düşünürlere ilham vermiştir. Hayatı boyunca birkaç defa yargılanmış, iki kez infazına karar verilmiş ve neticede beklentileri umduğu gibi sonuç vermese de hüsrana uğramamıştır. Seneca’ya göre hayal kırıklığı, beklentilerimizin gerçeklik duvarına çarpmasının sonucudur. Dünyanın her zaman arzu ettiğimiz gibi olmayacağını, beklentilerimizin karşılıksız kalabileceğini kabul edip hayal kırıklığının beraberinde getirdiği öfke ile mevcut durumun daha da çekilmez hale geleceğini öğrenmenin insanı bilgeliğe bir adım daha yaklaştıracağını savunur. Ona göre öfke ile hareket etmek anlamsızdır, esasında yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Bu yüzden en iyisi kabullenmek olacaktır. Seneca, bu düşüncelerini bir tanrıça örneği ile açıklar: Fortuna. İsmi talih, kader anlamına gelen Fortuna, eski Roma paralarında elinde boyuz ve dümenle tasvir edilen, hem bereket hem de felaketle özdeşleştirilen bir tanrıçadır. Öyle ki , dilek sahiplerini boynuzuyla ödüllendirip refah ve mutluluk içinde yaşatmaya alıştırdıktan sonra birdenbire dümenini çevirir ve insanlar kendilerini acılar içinde kıvranırken buluverir. Seneca Fortuna’nın zulmünden korunmanın yolu olarak ölüm de dahil her şeyin her an vuku bulabileceğini kabullenmeyi ve iyi veya kötü hiçbir şeyin kalıcı olmadığını idrak etmeyi gösteriyordu. Günümüzde oldukça yaygın olup hemen her üründe karşımıza çıkabilen Yin ve Yang sembolü, Lao Tzu’nun Seneca’nın görüşlerine paralel olan “Her kötülüğün içinde bir iyilik, her iyiliğin içinde bir kötülük vardır.” felsefesini simgelerken modern insanın elindekine hiç kaybetmeyecekmişçesine sarılıp doyumsuzca daha fazlasına yönelmesi oldukça ironik.
Heraklitus ve Demokritus gibi bazıları için durum o kadar basit değildi. Onların içinde bulundukları yabancılaşma tıpkı Maslow’un hiyerarşisinde olduğu gibi refah içinde olsalar da arkadaşlık, aile gibi beklentiler içerisinde daha alt basamaklarda yer alan toplumun çoğu ile hatta özgüven, başarı, saygı beklentisindeki yönetici kesim ile aralarına bir uçurum girmesine sebep oluyordu. Böylece aynı coğrafyada yaşayan, aynı kelimeleri kullanan ancak aynı dili konuşamayan yabancılar ortaya çıktı. Diğer bir deyişle Zalim Fortuna ağlarını ördü, zincirlerinden kurtulan esirler bu kez kendilerini gölgelere inanan bir güruhun içinde, hayal kırıklığının pençesinde buldu. Seneca her ne kadar Heraklitus’un ağıdını yararsız görürken Demokritus’un alayını ve kahkahasını yüceltse de bana göre yaptığı, aynı duyguların doğurduğu farklı uçlardaki yoğun tepkiler arasında seçim yapmaktır. Seneca’ın güzellediği kabullenme durumu bana göre oldukça tehlikelidir. Ölüme boyun eğdiğinde felsefesinin devam edecek olmasıyla teselli bulurken, benim gördüğüm yok yere yitip giden parlak bir beyindir. Seneca’nın dile getirdiği gibi hayal kırıklığı elbette hayatı daha güç kılacaktır. Ancak memnuniyetsizliğe sebebiyet veren durumu değiştirme gücüne sahip olan kitlenin daha huzurlu bir yaşam uğruna geride durması daha büyük bir hatadır. Nitekim kendi beyanına göre çocukluğunda oldukça kötü muamele görmüş olan Maslow, “Tüm hayat felsefem, tüm araştırmalarım ve teorilerim köklerini annemin bana yaptıklarına karşı duyduğum tiksinti ve nefretten almıştır.”der. Hayal kırıklığı ile doğan öfke, doğru yönetildiğinde her zaman olumsuz sonuçlanmaya mahkum değildir; kişi ve dolaylı olarak toplum için olumlu eylemleri de tetikleyebilir.
Bana göre, Demokritos’un kahkahası ve Heraklitos’un gözyaşlarının doğrudan ve tam anlamıyla topluluğun salt kötülüğüne verilmiş bir tepki olduğunu söylemek doğru değildir. Adı ister kader, ister talih, isterse Fortuna olsun, doğdukları coğrafya itibariyle yüzlerine gülüp sonunda onları anlaşılmamanın ve toplum tarafından yaftalanmanın verdiği acıyla bir başına bırakan düzene yöneltilmiştir. Demokritos kendini toplumdan soyutlayıp kahkahalar atarken işaret ettiği, insanoğlunun süreğen yarasıdır. Heraklitos da gözyaşlarını aynı yaraya akıtır. Yüzyıllar sonra Nietzsche aklını kaybetmeden hemen önce esaret altında acı çeken ata bakıp ağlarken gördüğü belki de Seneca’nın Fortunasıdır. Ibn Haldun’un dediği gibi coğrafya kaderse, belki de kader en büyük silahtır.
-Ece ARSLAN