“Yalnızlık beni tüm hayatım boyunca izledi, her yerde. Barlarda, arabalarda, kaldırımlarda, dükkânlarda, her yerde. Kaçış yok. Ben Tanrı’nın yalnız adamıyım.” Bu replikler belki de birçoğumuzun hayatında yer edinmiş ve sinemayı daha da çok sevmemizi sağlamış, kült yapımlardan biri olan Taxi Driver filmine ait. Gerek senaryosu gerek yönetmeni gerekse oyuncuları olmak üzere bir efsane diye nitelendirmemizin çok normal olduğu bir yapım. Elbette konumuz Taxi Driver ve bu filmin neden efsane olduğu olmayacak. Burada odaklanacağımız konu, yalnızlık ve sinema sanatının bu yalnızlığı ne kadar çeşitli bir şekilde yansıttığı olacak. Bu zamana kadar, bahsi geçen filmi izlememiş olanlar varsa, çok şey kaçırıyorlar demektir. İzlemelerini şiddetle tavsiye ederim.
Yalnızlık, insanlık tarihi boyunca, tüm sanat dalları için çok önemli bir kavram olmuş ve kendi varlığını bir şekilde ortaya koymuştur. Bu kavramın ele alınma şekli her sanat dalı için ayrı bir çalışma ve çözümleme gerektirmekle birlikte, bu konu hakkında bir sanat eseri ortaya koyan kimseler de bu çözümlemeye dahil olurlar. Sanatçı ve sanat eseri birçok anlamda birbirine bağlıdır. Bu bağlantıda teknik detaylar her seferinde kendine özgü bir dışavurum bulamasa bile, sanatçının fikri ve vermek istedikleriyle hayat bulan bu eser, kendine özgü özelliklerini de bu fikirlere borçludur. İnsanın kendi özünden kaynaklanan ve yorumlamaya açık her fikir, duygu ve tecrübe hem kişinin kendi benliğini oluşturmasını sağlar hem de yapacağı her eylemde bunların etkileri gözükür.
İnsanın hayatında, belki de doğumuyla birlikte fiziksel olarak değil fakat zihinsel olarak her an yanında olan yalnızlık, her insan özelinde ayrı anlamlar ifade ettiği için sinemaya uyarlanan yalnızlık temalı her film de aslında ayrı anlamlara gelmektedir. Bu ayrı anlamlar ayrı olaylara, ayrı olaylar ayrı duygulara gebe olur ve teması yalnızlık olan her film de bizlere ayrı tecrübeler sunar. Bu tecrübelerde, fikirlerde ve duygularda objektif doğrular ve yanlışlar yoktur. İnsanı konu alan birçok şeyde olduğu gibi bu konuda da sübjektif olarak hareket ederiz. Yalnızlığı kimileri huzur bulmak için bir araç olarak hayal ederken, kimileri de bunu deliliğe gidebilecek bir yol olarak görür.
İşin asıl güzelliği de buradadır aslında. Bunun sinemada yansımaları, bize insan olduğumuzu ve aslında farklılıklarımızın bizi olduğumuz kişi yaptığını gösterir. Mükemmel karakterler veya süper kahramanlar yoktur bu filmlerde. Sizden dışarıdaki dünyayı gizleyip içinde var olamayacağınız başka hayal kapıları aralamazlar. Sizden bir beklentileri yoktur çünkü vereceğiniz tepki stabil değildir. Yalnız kaldığında mutlu olan da vardır, duruma ayak uydurup hayatın akışına bırakan da vardır kendini ya da çöken bir insan da vardır. Elbette bir filmin yalnızlığı size yansıtma şekli olacaktır ama bu sizin için doğru olan olmayabilir. Siz izlerken olaya dışarıdan bakarak bir gözlemci olursunuz, bir başkası empati kurup karakterin yerine geçer belki de. Bu belkilerle ortaya çıkan milyonlarca ihtimalin her biri de bize aslında hiçbir zaman tekrara düşmeyecek bir kavram olarak geri döner.
Özellikle insan psikolojisi, sosyolojisi ve kişinin kendini tanımasında önemli bir yere sahip olan yalnızlık, sinemada da kendini birçok farklı şekilde göstermeyi başarmıştır. Bu denli derin ve üzerine bin yıllardır düşünülen bir kavramın sanatla dışavurumu da beni ayrıca çok mutlu ediyor. Sanatın bir kaygısı olması gerektiğini düşündüğümden, ucu açık bir kavramın birçok farklı beyin tarafından yorumlanmasını görebilmek bir izleyici olarak kendimi çok şanslı hissetmeme vesile oluyor.
Yalnızlık, bir sınıra tabi olmayan, yorumlamalara açık ve her bireyin farklı anlamlar yüklediği bir şey aslında. Bu nedenle, bir yönetmen de, karaktere hayat veren kişi de her seferinde farklılığı sunabiliyor bizlere. Bu konunun üzerine verilebilecek sayısız örneklerin içinde, sizlere bu yazımda üç örnek vermek istedim. Seçtiğim bu üç film -birisi kısa film olmak üzere- yalnızlığın ne kadar farklı yansıtılabileceğini göstermek adına seçilmiş örnekler oldu.
The Machinist (2004)
Bir fabrika işçisi olan Trevor Reznik, bir senedir uykusuzluk ve imsonia sıkıntısı çekmektedir. Böyle bir durumun oluşması Trevor’ın işine de yansımıştır ve başına çok talihsiz bir olay gelmiştir. Bunların yanında da, evinde çeşitli notlar bulan Trevor için her şey sarpa sarmaya başlayacaktır.
Machinist, bireyin yanında birileri, arkadaşları, sevdikleri bulunsa da aslında içten içe hep yalnız olduğunu ve kararların hep tek başına alındığını yansıtan bir yapımdır. Yalnızlığın şeklen gözükmese bile, insanın içinde yaşanabileceğini, sorunlarımızı yine ancak kendimiz çözebileceğimizi anlatan ve bir nevi Trevor ile bir empati kurmamıza yol açarak, her birimizin de içten içe bu durumda olduğumuzu hissettirmeyi başarmıştır.
Christian Bale’in bu psikolojiyi çok iyi yansıtmasıyla, ana karakterin içinde olduğu çıkmaz, kullanılan renkler ve görsellerle de desteklenerek seyirciye sunuluyor. Bu çıkmaz içinde, yalnız başına kalan ve çözümleri, sorunları, fikirleri hep kendi başına yaratan, yaratmak zorunda kalan bir kişinin hikâyesini izliyoruz aslında. Bu hikâye de bizlere çok iyi ulaşarak, her bir farklı insanın, yalnız kalınca düştüğü farklı durumları ve bunlara nasıl yaklaştığını görmemize vesile oluyor.
The Elephant Man (1980)
Gerçek bir hikâye olması sebebiyle, gösterilenlerin daha da iyi hissedilmesini sağlayan muazzam bir film The Elephant Man. Filmimiz, John Merrick adında birinin, sırf dış görünüşü nedeniyle, bir ucube muamelesi görmesini konu alıyor. Böyle bir hayatın getirilerinden biri olan yalnızlık da John için belki de çözmesi gereken en önemli unsura dönüşüyor. Bir cerrah olan Doktor Treves, muayene etmek için John’u hastaneye getirdikten sonra bir nebze de olsa hayatına dokunmuş oluyor ve hikâyenin geri kalanı da yavaş yavaş şekilleniyor.
Bu yapım, kişisel anlamda beni çok etkileyen, bende izler bırakmış bir yapım olarak hafızamda yer etmekte. Başrolleri paylaşan John Hurt ve Anthony Hopkins’in oyunculuklarıyla David Lynch’in yönetmenliği de birleşince, halihazırda konusu niteliğiyle özgün olan bu film, özgünlüğünün yanına eklediği atmosfer ve derinlikle kült bir yapım halini alıyor.
Yalnız kalmak bir tercih meselesi olabileceği gibi bir zorunluluk da olabiliyor bu dünyada. İşte John için de tam olarak ikinci durumdan söz edebiliriz. Onun için yalnızlık bir zorunluluktu. Etrafında insanlar olmasının tek sebebi onu bir sirk ucubesi olarak görmeleriydi. Acımasız ve geri kafalı, kendilerine insan diyen bu caniler, bir ruhun, düşüncenin insanı insan yapan şey olduğunu görmekten acizdi. Onların bu acizlikleri nedeniyle ise bu dünyada yalnız kalan John olmuştu. Onun derdi yanında birileri olması değildi, dinlenmek, konuşmak, birileriyle normal bir insan olarak vakit geçirebilmekti. Yalnızlığı belki de bu dünyada en zor haliyle yaşamış olan John, en azından hayatının bir kısmında benliğini bulmayı başarabilmişti ve bu kendini mutlu hissetmesine yetmişti. Bazen mutluğa giden yol, yalnızlığa bulunan bir çözümden ibaretti.
366 Tage (2011)
Genelde animasyon filmleri öneri yaptığım zamanlarda göz ardı ediyorum ama bu sefer durum başka. 366 Gün filmi bir kısa film olmasından dolayı, bizlere vermek istediği mesajı direkt olarak ve uzatmadan veren bir yapım. Bir sağlık görevlisinin insanların asıl hastalığının yalnızlıkları olduğunu anlamaya başlamasını konu ediniyor bu 12 dakikalık eser. İnsanlara da yardım etmek için bir yol arıyor bu sağlık görevlisi.
“Açık yaralar için pansumanımız, diğer her şey için haplarımız var fakat bazen bunlar yeterli olmuyor.” diyor sağlık görevlimiz. Kısaca anlatmak gerekirse filmimiz, insan belli bir yaşa gelince, hastalanınca, sakatlanınca ya da beklemediği bir duruma düşünce, aradığı tek şey yine insan oluyor fikri üzerine yüklenen ve yalnızlığın aslında dışarıdan bu durumu gören iyi niyetli birileri tarafından çözüme kavuşturulabileceğini anlatan, harika bir kısa film örneği oluyor.
Bu yazımda okurlarımıza, sizlere yalnızlık hakkında birtakım düşünceleri ve bu düşüncelerin sinemadaki çeşitli yansımalarını anlatmaya ve örnekler vermeye çalıştım. Umuyorum keyifli vakit geçirmişsinizdir.
Sağlıklı günler diliyorum.
Çok güzel bir yazı Uğur Beyi tebrik ederim, diğer yazılarını da çok başarılı buluyorum.