Türk Sinemasının Son Yıllardaki Para Kazanma Kaygısı

/ / SİNEMA

Türk sinemasının temelleri, 19.yy’ın son yıllarına, Osmanlı’ya dayanmaktadır. Rumen uyruklu Sigmund Weinberg’in, Galatasaray’da bir birahanede gösterime sunduğu “Bir Trenin La Ciotat Garı’na Varışı” adlı filmle, Türk sinemasının ilk adımları atılmıştır. Dönemin şartları ve anlayışı neticesiyle sinema, çeşitli çevreler tarafından olumsuz karşılansa da Türkiye’de sinema, gelişimini göstermeye devam etmiştir.

Türkiye’de halka açık ilk sinema 19 Mart 1910’da faaliyete geçmiş, Fuat Uzkınay’ın çektiği “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” isimli ilk Türk filmi ise 14 Kasım 1914 tarihinde gösterime girmiştir.

Seneler geçtikçe ve Türk insanı sinemada kendini geliştirdikçe sektör büyümüş, yavaş yavaş halk tarafından benimsenmiş ve üretim de bunlara bağlı olarak artmıştır. Hep yeni olanı aramanın verdiği istekle birlikte farklı türler denenmeye başlanmıştır. Bu gelişmelerle birlikte şekil alan sinema sektöründe, sinema sanatının değerine ithafen ulusal olarak çeşitli yarışmalar ve festivaller düzenlenmeye başlanmıştır. Bu atılımla birlikte kendi arasında tatlı bir rekabete giren Türk sinemasının yapımları, aynı zamanda da uluslararası ödüller için de yarışabilecek ve bunları kazanabilecek seviyeye gelmiştir.

Türk sineması, uzun seneler boyunca gelişimini sanat ışığında devam ettirmiş, insanlarımıza gurur kaynağı olmuştur fakat son beş-on yıla bir seyirci gözüyle baktığımda, ortaya çıkan çoğu yapımın elle tutulur bir yanı olmadığını görüyorum.

Bu konuda kendi bakış açımı yazdığımı önceden belirtmem gerek, asla bir fikri insanlara benimsetmek veya ‘‘Benim fikrim doğrudur.’’ şeklinde bir düşünceyi sizlere empoze etme gibi bir gayem bulunmamakta. Bu konu -özellikle sanat anlamında bakılacak olursa- soyut ve öznel bir kavram niteliği taşıyor. Herkesin kendine göre oluşturduğu bir sanat anlayışı var ve herkesin anlayışına saygı duyuyorum elbette.

Bir yapımın elle tutulur bir yanı yok diyerek eleştirmek, çok ağır bir eleştiri söylemi fakat bu eleştirimi dayandırdığım gözlemlerim var. Son yıllarda yapımlarda birçok eksiklik görüyorum ve bana kalırsa bunların temelini para kazanma kaygısı oluşturuyor. Tabi ki hayatını bu sektörden kazanan insanların para kazanmasına karşı değilim lakin bir yapımın oluşum süreci bu amaç üzerine başladığında ortaya ne yazık ki kaliteli işler çıkmıyor, çıkamıyor. Ana amacın bu olması ne yazık ki risk almayı, yenilik aramayı ve yapımın içindeki sanatı büyük bir şekilde zedeliyor.

Bir filmin ortaya çıkabilmesi için elinizde her şeyden önce bir senaryo bulunması gerekiyor. Son zamanlarda, artık klişe sayılabilecek kalitesiz komedi senaryolarının, geçmişe izler bırakmış insanlar adına yazılmış biyografik senaryolarının ve yurt dışında başarılı işlere imza atmış yapımların Türkiye uyarlaması senaryolarının fazlalığı dikkatimi bir hayli çekiyor. Bunun altında yatan iki sebep olabilir: Biri Türk insanının yaratıcılığının sınırlı olması ve yeni düşünceler üretememesi, diğeri ise film yapımcılarının, şirketlerinin, bu işten para kazanmak isteyen kişilerin risk almaktan çekinmesi. Bir Hukuk Fakültesi öğrencisi olarak okuduğum bölümün sinema sektörüyle pek ilgisi olmamasına rağmen, benim bile çevremde tiyatro oyunları ve senaryolar yazan, yazmak isteyen, özgün düşüncelere sahip birçok insan bulunması ilk sebebin varlığını ortadan kaldırıyor. Elimizde kalan sebep üzerine düşündüğümüzde, bu bir hayli mantıklı gelmeye başlıyor. Böyle bir senaryo ile yola çıkmak riski epey azaltıyor ve para kazanma amacı güden insanlar, amaçlarına kolaylıkla ulaşabilir hale geliyor.

Senaryonun yanında, popüler oyunculardan oluşan bir kadro kurulup yapımın reklamı da insanların gözüne sokula sokula yapıldığında, bu işin sonunda hedefledikleri tek şey olan gişe başarısına da ulaşmış oluyorlar.

Böyle bir durumun varlığı ne yazık ki Türk sinemasının konumunu yavaş yavaş dünya sinemasından kopuk bir hale sokuyor. Bu zamanda dahi farklı yapımlar ortaya çıkarmak isteyen birçok insan olmasına rağmen ya bunları ortaya koyacak fırsatları olmuyor ya da bu işleri yaptıktan ve izleyiciye sunduktan sonra gerekli geri dönüşü sağlayamıyorlar. Bunun en temel sebebini insanların artık bir film izlerken düşünmemesi, yorumlamaması oluşturuyor çünkü bahsettiğim senaryolar, insanlara bir mesaj vermekten aciz, düz senaryolar. Birinin hayatını anlatmak demek sadece o insanın yaşadıklarını ve hissettiklerini değil aynı zamanda düşüncelerini de aktarmaktır. Komedi yapmak sadece güldürmek değildir, aynı zamanda bu durumdan çıkarabileceklerimizin varlığını seyirciye sunmaktır. Uyarlama senaryolar da sadece çeviriden ibaret olduğu için onlara değinmiyorum bile. Bir fikri veya mesajı direkt olarak vermemek sizin elinizdedir. Bunu gizli, seyircinin düşünerek elde edilebileceği bir şekilde de sunabilirsiniz fakat bu yapımlar ne mesaj ne de fikir vermek istiyor. Bir şey vermeden para kazanmak istiyorlar ve bunu da başarıyorlar.

Benim fikrime göre, herhangi bir sanat dalında kişi kendine sanatın ne olduğunu sormalı, buna cevap bulduktan sonra yansıtmak istedikleriyle sanatını oluşturmalı ve son olarak da bunu topluma mal etmelidir. Para kazanacak bir sanatçı ya da kendine sanatçı diyen kişi, parayı, yapılan işin popülerliğinden, basit ve klişe oluşundan ya da yapılan reklam kampanyalarının bir ürünü olarak değil sanatının kalitesinden, vermek istediği kıymetli fikirlerinden ve emeğinin karşılığı şeklinde kazanmalıdır.

Bu şekilde devam eden son beş-on yıllık süre zarfında, bu “para için sinema” akımına katılmayıp kaliteli eserler sunan tüm sanatçılara çok büyük saygı duymakla beraber aynı zamanda bir izleyici olarak takdirlerimi sunuyorum. Umuyorum ki Türk sineması her daim ilerlemeye ve gelişmeye devam eder. Yazımın sonunda da, anlattıklarıma dayanarak sizlerle beş adet Türk filmi paylaşmak istiyorum.

Vavien (2009)

Filmimiz bir aile dramını konu almakla beraber Türk sinemasında çok sık rastlamadığımız kara komediden de örnekler barındırıyor içinde. Celal ve Sevilay’ın yavaş yavaş yok olan ilişkisi, Celal’in elini attığı her işin sarpa sarması ve bunlar ardına kurulan planlar derken, işler artık neredeyse geri dönülemeyecek bir noktaya geliyor.

Taylan Biraderler’in yönettiği filmin senaryosu Engin Günaydın tarafından yazılmış. Doğallıktan kopmayan senaryoyla birlikte filmin psikolojik tarafı da gayet başarılı yansıtılınca, başrollerini Engin Günaydın ve Binnur Kaya gibi iki usta ismin paylaştığı yapım, kendini benzerlerinden kalitesiyle ayıran, çok başarılı bir yapım olmuş.

Dar Elbise (2016)

Fransız bir moda tasarımcısı arkadaşını Türkiye’de bir defile düzenlemeye ikna eden Helin’in, defile için model aramasını konu alıyor filmimiz. Filmde bu konunun etrafında bizlere, toplumumuzun iç yüzü, dine olan bağlılığı ve kadınlara karşı hala süregelen kısıtlayıcı, ataerkil, geri kafalı tutum gösteriliyor. Yapım yapmak istediği eleştiriyi, durumun vahimliğine bir ayna tutarak yapıyor.

Hiner Saleem’in yönetmenliğini yaptığı filmin senaryosu kendisinin ve Véronique Wüthrich’in imzasını taşıyor. Filmin oyuncu kadrosu da kaliteli bir şekilde oluşturulmuş. Ahmed Adel, Tuba Büyüküstün, Caner Cindoruk ve Hazar Ergüçlü gibi isimlerin bulunduğu yapım, mutlaka izlenilmesi gereken eserlerden biri.

Silsile (2014)

Ozan Açıktan’ın yönettiği, Cem Akaş’ın senaryosunu yazdığı film, işleniş anlamında eşine az rastlanır yapımlardan. Bir gece içerisinde olup biten olayların konu alındığı bu hikâyeye, aşk, ihanet ve suç temel oluşturuyor. Seneler sonra Türkiye’ye dönen Cenk’in evine gelmesinden itibaren olaylar hızlanıyor. Çoğu yapım seyirciyi yavaş yavaş dünyasına almaya çalışırken Silsile, ilk on dakikası itibariyle çoktan sizi o dünyaya çekmiş oluyor. Hızlı akışı ve kaliteli kurgusuyla birlikte, iyi, kötü, doğru, yanlış gibi basit anlaşılabilecek kavramlara da, karakterler üzerinden farklı bakış açıları sunuyor.

İlker Kaleli, Nehir Erdoğan ve Tardu Florun’un başrollerini üstlendiği yapımda Serkan Keskin’in rolü de yadsınamaz derecede önemli. Filmin hikâyesine bu oyunculuklar da eklenince izlenmesi keyifli, özel bir yapım ortaya çıkmış oluyor.

Sarmaşık (2015)

Gelelim bu beş film arasında, beni en çok etkileyen, en beğendiğim filme. İzlerken hissettirdikleri, izledikten sonra aklımı kurcalayan bölümleri, doğallıkla beraber bu doğallığın kırıldığını hiç hissettirmeden verilen simgesel sahneleri, aslında filmin tamamını bir şahesere dönüştüren kısımlardan sadece bazıları.

Bu filmi yazıp yöneten Tolga Karaçelik övgüyü çokça hak eden kişilerin başında geliyor. Psikolojik gerilimi seyircinin içine işleyen cinste vermeyi, gerçeklikten kopmadan, insanların duygularını ve sorunlarını göstererek başarmış. Hikâyemizin ilk yarısı güzel işlenmiş bir temel niteliği taşıyor. Geminin armatörünün iflası sonucu, deniz hukuku nedeniyle gemide kalması gereken mürettebatı yavaş yavaş tanımaya başlarken film neredeyse yarılanmış oluyor. Bu karakter tanıma olayını seyirciye çok iyi yansıtan yönetmenimiz, bundan sonrasında ise adeta sanatını konuşturuyor. Geride kalan mürettebat arasında yaşananlar, gerilimi gerçeklikle bağlantılı şekilde yansıtmanın bir aracı oluyor ve bu kadar gerçek işlenmiş bir hikâyede bile yer yer metafor olarak nitelendirebileceğimiz sahnelerin varlığı göze batmıyor hatta bu gerçekliğin bir parçası oluyor.

Oldukça kaliteli bir yapım olmasının bir diğer sebebi ise oyunculuklar elbette. Nadir Sarıbacak’ın mükemmel performansıyla Özgür Emre Yıldırım, Hakan Karsak, Kadir Çermik ve Osman Alkaş’ın bir araya gelmesi, son yıllarda Türkiye’de yapılmış en iyi yapımlardan birini ortaya çıkıyor.

Yozgat Blues (2013)

Filmimiz iki müzisyenin Yozgat’a gitmesiyle başlıyor. Şarkıcı ve müzik öğretmeni Yavuz ve öğrencisi Neşe, Anadolu coğrafyası için farklı olarak nitelendirilebilecek bir müzik türüyle yola çıkıyor ve bu yolda karşılaştıkları insanların hikâyeleri de ana konuya dahil oluyor. Yavaş bir şekilde ilerleyen yapım, az diyalog kullanılmış olmasına rağmen Anadolu topraklarında sanata, dine, insanlara karşı olan bakış açısını kendi çerçevesinden yansıtmayı başarıyor. Yapım tamamen doğal olmasının yanında, çıkarılacak sonuçları da seyirciye bırakıyor. Ayrıca filmde sonun bir başlangıç mı yoksa bitiş mi olduğu tamamen izleyenlere bırakılıyor.

Mahmut Fazıl Coşkun’un yönettiği,  Tarık Tufan’la beraber senaryosunu hazırladığı filmde, Ercan Kesal, Ayça Damgacı ve Tarık Tufan başrolleri paylaşıyor. Film, basit bir konuyu yine basit bir şekilde işleyerek seyircilere sunuyor.

Yazımın sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere, sağlıkla ve sinemayla kalın!

Uğur TUNUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir