Latin Amerika’da ABD Etkisi ve Darbeler

/ / SİYASET BİLİMİ

Latin Amerika toprakları üzerinde büyük bir etkiye sahip olan ABD, bugüne kadar başka güçlerin bu topraklarda etki sahibi olmasını engellemeye çalıştı. Yaklaşık 200 yıldır bu coğrafyada emelleri olan ABD, Monroe Doktrini ile diğer emperyalist güçleri Amerika’dan uzak tutmayı amaçlıyordu. Bu doktrin ile kıtanın kolonileşmesinin önüne geçilse de bu topraklar artık ABD’nin yayılma alanı haline geldi. 19. yüzyıl başlarında ABD’li siyasetçi Henry Clay’in de ifade ettiği gibi: “İspanyol Amerika’sının bağımsızlığının tesis edilmesinde ABD’nin büyük bir çıkarı vardır.”

1840’lardan itibaren ülkenin sınırlarının Meksika’ya doğru genişlemesi, Latin Amerika’ya olan ilgiyi iyice arttırdı. 1880’lerde ABD, Latin Amerika’ya “büyük abi politikası” ile yaklaşırken Pan-Amerikanizm fikri ile hareket ediliyordu. Bu politikalar ve fikirler neticesinde ABD, güneyindeki ülkelerin pazarlarında hegemonyasını da arttırmış oldu.

Güney Amerika, Karayipler ve Meksika, Avrupalılar tarafından uygulanan sömürünün izlerini üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen hâlen taşıyor. 20. yüzyıla gelindiğinde, bu bölgede birçok sömürgeci devletin emelleri devam etmesine rağmen bazı ülkeler bağımsızlığını elde etmeyi başarmıştı. Yine de bu kıta, ekonomik olarak özgürleşememişti. O günlerde büyük ekonomilerin ucuza hammadde aldığı ve sanayi mamullerini pazarladıkları bir piyasa hâkimdi bu ülkelerde. Bu ekonomik sorunlar nedeniyle siyasi istikrarsızlık, bir türlü bu ülkelerin yakasını bırakmıyordu.  Bu istikrarsızlık ortamında iktidarlar, siyasi meşruiyetlerini kuvvetlendirmek için ülke içinde faaliyet gösteren yabancı şirketlerle ve bu şirketlerin arkasındaki devletlerle iyi geçinmek zorundaydı.

20. yüzyılın başlarında sanayileşmede ilerlemiş ve iç düzenini tertip etmiş olan ABD, artık dünyanın sayılı güçlü devletlerindendi. Monroe Doktrini’nin de etkisiyle Latin Amerika’da en önemli dış aktörlerden biri haline geldi. ABD esasen Birleşik Krallık’ın kolonileştirme politikasına karşı başlayan bağımsızlık savaşı ile kurulmuş bir ülkedir. İşte bu yüzden Roosevelt döneminden sonra ülkenin “arka bahçesi” olarak da görülen Latin Amerika’daki ABD faaliyetleri, kendi kuruluş felsefesine ters düşmektedir. Nitekim himaye amacıyla başlatılan politikaların çıkarcı bir çehreye bürünmesi sonucu Latin Amerika’da ardı arkası kesilmeyen Amerikan müdahaleleri başlamıştır.

Doğu’dan Batı’ya uzanan topraklarında yaşanan ulaşım sıkıntısı nedeniyle ABD, Orta Amerika’da bir kanal açma projesi oluşturdu. Bu proje doğrultusunda Kolombiya’ya bağlı Panama’nın ayrılmasına önayak oldu ve neticede yeni kurulan Panama’dan kanal hakkı satın aldı. Daha sonra kıtada Latin Amerika pazarındaki ABD menşeili meyve şirketlerinin menfaatleri doğrultusunda gerçekleştiği için Muz Savaşları (Banana Wars) olarak anılan müdahaleler yaşandı. Bu müdahalelerle birlikte bazı ülkelerin iç işlerine karışılmış hatta Haiti ve Nikaragua’da belli bir süre ABD askerleri bulunmuştur.

“Bilindiği üzere ABD, 1. Dünya Savaşı sırasında içe dönük politikadan vazgeçip Avrupa’nın meselelerine müdahil olmuştu. Bu kısa süreli politika değişimi savaştan sonra devam etmedi ve ABD, Latin Amerika’daki müdahaleci anlayışını devam ettirdi. 1929’daki Büyük Buhran’dan sonra güneyindeki ülkelerde asker bulundurmak artık müşkül hale gelmişti ve 1934 yılında alınan kararla Haiti ve Nikaragua’daki ABD askerleri geri çağrıldı. Ayrıca ABD’nin Latin Amerika’daki kötü imajının solcu hareketlerin bu topraklarda filizlenmesi için SSCB tarafından kullanılması da ABD açısından ideolojik bir kaygı oluşturdu. Bu sebeplerden ötürü Franklin D. Roosevelt yönetiminde Latin Amerika’ya olan bakışın değiştiğini görüyoruz. Bu dönemde Pan-Amerikanizm görüşüne yeniden ivme kazandırılmaya çalışıldı.

2. Dünya Savaşı’nda ABD’nin önceliklerinden biri de Latin Amerika ülkelerinin karşı tarafta savaşa girmemesiydi. ABD, bu önceliğinde başarılı oldu. Üstelik Brezilya ve Meksika da müttefikler safında savaşa katıldı. Savaştan sonra ABD için komünizm ile mücadele dönemi başladı. Alınan kararlar doğrultusunda Latin Amerika’daki müdahaleci anlayışa geri dönüldü. Bu sefer ekonomik kaygı yerini daha çok ideolojik kaygıya bıraktı. Komünizmin Latin Amerika’da yayılmasını engellemeye yönelik yeni bir anlayış benimsendi. Artık yapılan müdahalelerde komünizm ile mücadele gerekçesi sunulmaya başlandı. Her ne kadar gerekçe bu olarak gösterilse de aslında ABD’nin bu kıtadaki kazançları korunuyordu. Örneğin 1952’de Guatemala’da alınan yeni kararlar, ABD’li yatırımcıların ekonomik çıkarlarını tehdit ediyordu. ABD tarafından bu durum iyi karşılanmadı ve neticede yapılan algıyla hükümetin SSCB ile ilişkileri olduğuna dair haberler yayıldı. CIA de bu haberler sonrası oluşan ortamdan yararlanıp darbeyi destekledi. Başkanın istifasıyla yönetim baştan indirilmiş; yeni kurulan askeri yönetim ile ABD’li şirketler, sahip oldukları ayrıcalıklara yeniden kavuşmuştur. Bu darbeden sonra Guatemala’da 40 yıl süren bir istikrarsızlık dönemi başladı. Guatemala örneği ABD’nin Soğuk Savaş döneminde yaptığı müdahalelerin ilk örneğidir. Bu somut örnekle ABD’nin Latin Amerika’da uyguladığı “iyi komşuluk” ilkesinin değiştiğini görüyoruz. Küba’daki komünist devrim ile endişeleri artan ABD, iyice müdahaleci anlayışı benimsedi.

ABD, Guatemala darbesinden sonra Kennedy döneminde “arka bahçesinde” daha ılımlı politikalar izledi ve ilerlemeci yaklaşımla bu coğrafyada siyasal özgürlükleri yaygınlaştırmayı ve ekonomik refahı yükseltmeyi öngören “ilerleme için ittifak” planını gündeme getirdi. Ancak unutulmamalıdır ki Güney Amerika coğrafyası yıllarca diktatörlere ve askeri yönetimlere ev sahipliği yapmıştır. Nitekim 1960’lı yıllarda ABD’nin siyasal özgürleşmeyi sağlama planında önündeki en büyük engel de askeri diktatörlüklerdi. Bu engellerin de etkisiyle ABD’nin Latin Amerika’da komünizm tehdidinden kurtulma hassasiyeti, demokrasi planının geri plana atılmasına neden oldu ve bu tehditten çekinen ABD’nin amacı, Amerikan yanlısı rejimleri ayakta tutmaya yönelik bir hal aldı.

Soğuk Savaş döneminde Latin Amerika’da ABD’nin varlığı darbelere ve askeri cuntalara neden oluyordu. ABD, Brezilya’da 1964 yılında gerçekleşen askeri darbenin ve daha nicesinin arkasında durdu. Brezilya’da sol görüşlü liderin devrilmesi hem ideolojik hem de ABD’nin kıtadaki liberal iktisadi planları nedeniyle ekonomik bir darbeydi. Şili darbesi de benzer nitelikler taşımaktadır. Burada da solcu bir başkan iktidardaydı ve ABD kökenli şirketlerin kazançları tehlike altındaydı. Şirketlerin oluşturdukları baskı ile geçekleşen bu darbede ABD müdahalesi, CIA belgelerine de yansımıştır. 1973 yılındaki bu darbeden sonra başa gelen General Pinochet’nin yönetiminin ilk yıllarında siyasi nedenlerle birçok insan işkence gördü.  Askeri yönetim altındaki Şili’de siyasi liberalizmden ve demokrasiden yoksun olan ekonomik liberalizm uygulanıyordu. O dönemde tercih edilen serbest piyasa anlayışının Şili’nin ekonomik gelişmişliğinde ne derece etkili olduğu hala tartışılan bir husustur. Aynı yılda Uruguay’da uzun süredir süren baskıcı yönetim yerini askeri diktatörlüğe bıraktı. Yıllardır Uruguay’da varlığını hissettiren Washington yönetimi, yeni gelen askeri yönetim ile de iş birliği içindeydi. 1976 yılında ise Latin Amerika’nın en kanlı cuntalarından olan Arjantin cuntası kuruldu. Bu olayla Arjantin’de de Amerikan destekli bir askeri diktatörlük kurulmuş oldu.

ABD’nin Latin Amerika’ya müdahaleleri bu örneklerle sınırlı değildir. Neredeyse bütün bu coğrafyada siyasi ve ekonomik müdahalelerin gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Destekli darbeler, ekonomik ambargolar veya benzeri müdahalelerle ABD, “arka bahçesinde” kendi yanlısı olmayan yönetimlerle sürekli çatışma içindeydi. Latin Amerika halkları yıllarca ABD’nin ekonomik ve siyasi politikalarından etkilendiği için bu coğrafyada ABD karşıtlığı ve sol eğilim her geçen gün güç kazandı. Öyle ki Soğuk Savaş’tan sonra ABD’nin odağı, doğusundaki ülkelere kayınca güneyindeki ülkelerde siyasi eğilim de sola doğru ivme kazandı. Sonuç olarak da pek çok ülkede solcu siyasetçiler başa geçti. Günümüzde ABD, 200 yıldır olduğu gibi kendi çıkarlarını koruma peşindedir. Sovyetler Birliği yıkılmadan önce uygulanan “komünizm tehlikesiyle mücadele” anlayışı, yerini “uyuşturucuyla mücadele” anlayışına bıraktı. Bugün Soğuk Savaş dönemindeki müdahaleci anlayıştan eser yok ancak hâlen ABD’nin Latin Amerika’daki faaliyetleri, diğer süper güçlere nazaran çok daha fazladır.

Kaynakça

1- Erhan, Ç. (2013). ABD’nin Latin Amerika’ya Bakışını Şekillendiren Öğeler. Edt. Zengin, Ozan. Latin Amerika Çalıştayı, Ankara, Ankara Üniversitesi Yayınevi.

2- Yılmaz, S. (2016). Latin Amerika’da Neler Oldu? https://www.academia.edu/7647872/Latin_Amerikada_Neler_Oldu.

3- Keskin, M. (2016). ABD’nin müdahaleci dış politikası: Latin Amerika örneği, Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 4(1), 70-88.

4- Long G. (11.09.2013). Darbenin 40. Yılında Pinochet’nin Mirası. BBC. (ET: 23.03.2021) https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/09/130910_pinochet_miras.

Kapak Görseli: https://commons.wikimedia.org/wiki/File:U.S._Marines_holding_Sandino%27s_Flag_-_Nicaragua_1932.jpg

-Mücahit Çalık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir