Anlamsızlıkların Akımı: Absürt

/ / SİNEMA

Sinemanın tarihi boyunca çeşitli akımlar birbirini kovalamış, yeni fikirler birbiri ardına dizilmiş ve objektif doğruları olmayan bu alanda, kişilerin zevkleri, yaşadıkları, düşündükleri hakkında yapmış olduğu çalışmalarla, sinema her geçen gün daha da büyük bir hale gelmiştir. Bu süreç içerisinde sinema hep bir arayış içinde olmuş, dönemin etkileriyle de bu arayışları hep sonuçlandırabilmiştir. Bu yazıda da bir dönemin önce tiyatro, sonrasında da sinemaya sıçramış olan bir akımından, bu akımın nasıl ortaya çıktığından ve biraz da neler yapmak istediğinden bahsedeceğiz.

Yazının başlığından da anlaşılacağı üzere, bugün bahsedeceğim akım, absürt olarak adlandırılmış ve kelimenin anlam karşılığında belirttiği gibi saçma üzerine kurulmuş, bu saçmanın içerisinde şekillenmiş bir akımdır. Sinemada absürt denince akla gelen ilk tür olan komediden bağımsız bir tür olduğunu da unutmamak gerekir. Absürt ve absürt komedi iki ayrı tür olarak ele alınmalıdır. Bu yüzden aklınıza komedi geldiyse hemen unutabilirsiniz çünkü bu yazının konusu komedi olmayacaktır.

Absürdün ortaya çıkışı, 19. yüzyıl filozoflarından Soren Kierkegaard‘a dayanmaktadır. Kierkegaard günlüklerinde absürt için şöyle demiştir:

Absürt nedir? Kolayca görülebileceği üzere, ben rasyonel bir varlık olarak mantığım ve amacım doğrultusunda, düşüncelerimin yansıttığı biçimde hareket etmek zorundayımdır: Başka bir şey yaptığımı sanmam da mantığımın ve düşüncelerimin doğrultusunda olur, kısacası başka türlü hareket edemem ve yine hareket etmemin zorunlu olduğu yerdeyimdir… Absürt ya da absürdün erdemiyle hareket etmem inancımın doğrultusunda olur… Hareket etmek zorundayım fakat düşüncelerim yolu kapatıyor ve olasılıklardan birini alarak şöyle diyorum: Yaptığım hareket budur, başka türlü yapamam çünkü buraya düşüncelerimin yansıtmasıyla getirildim.”

Kierkegaard

Bu yazının içeriği, Kierkegaard’ın absürde bakış açısını bir nevi özetlemektedir. Kendisi absürdün ancak bir inanç sonucu ortaya çıkabileceğini düşünmüştür. Yaşamda bir anlam bulmaya çalışan insanlar için iki sonuç olacağını, ilkinin hayatın anlamsızlığı, diğerinin de tanrı inancı ile sonuçlanacağı fikrini benimsemiş, sonrasında yaşamdaki anlamını arayan insanın kendine sorduğu soruyu, Tanrı’ya yöneltmiş  “Tanrı’nın amacı nedir?” diye sormuştur Kierkegaard. Tanrı’nın bilinebilir mantıklı bir amacının olmadığına inanmış, absürdü Tanrı’da bulmuştur.

Kierkegaard’dan sonra absürt için en değerli isim Albert Camus olmuştur. Camus, Sisifos Söyleni eseriyle birlikte absürdün sınırlarını belirlemiştir. Camus “Hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız.” sözü ile adeta absürdü özetlemiş ve düşüncesinin ana kaynağını belirtmiştir. Bu söz bizlere, anlamsız bir hayatın içerisinde bulunduğumuzu, anlamı olsa dahi bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini fakat yine de bu anlamsız hayatın içinde yapılabilecek en iyi şeyin yaşamak olduğunu anlatmaktadır. Camus hayatın anlamsız olduğunu söylemiştir, fakat anlamsız bir şeyi anlamlı yaşamanın da bir sakıncası yoktur.

Kierkegaard ve Camus’dan sonra tiyatroya sıçramış olan absürt için de bir başlangıç noktası vardır ve bu nokta yaklaşık 70 yıl öncesine kadar uzanmaktadır. II. Dünya Savaşı’nın olumsuz sonuçlarının bulunduğu zamanlarda, boşuna çabalar ve bekleyişlerden oluşan bir umutsuzlukla ortaya çıkmıştır.

İlk olarak kendini tiyatro sahnesinde bulan akım, amaçsız oyun şeklinde kendini göstermiş, sahneye insanların ruhsal durumlarını ve kendi içerisindeki karşıtlıklarını koymuştur ve bunun sonucu olarak da seyirciyi düşünmeye teşvik etmiş, aynı zamanda da endişelendirmiştir. Bu tiyatro oyunlarında, kalıplaşmış olanlara karşı bir başkaldırı vardır, bu nedenle olaylar arasında çoğu zaman bir bağ yoktur. İnsanlara mantıksız gelen birçok olay sahnede gerçekleşir ve klasik oyun örgüsü, serim, düğüm, çözüm gibi kısımlara önem verilmez ve oyunların hayatı sorgulatma işlevi de bu şekilde ortaya çıkar. Tiyatro alanında absürdün en iyi örnekleri Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken ve Eugène Ionesco The Bald Soprano şeklinde gösterilebilir. Edebiyat alanında da absürt bir şekilde hayat bulmuştur ve Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabı bu konuda çok iyi bir örnek olacaktır.

Genel anlamda absürt bir tiyatro oyununun insanın içerisinde uyandırdıkları ile absürt türde çekilmiş bir sinema filmi de insanın içinde aynı duyguları uyandırmaktadır. Bu duyguları uyandıracak film, komedi, trajedi, kara mizah, aşırılık veya herhangi bir konu üzerinde şekillenebilir. Bir filmi absürt yapan filmin komik, korkunç, üzücü veya gergin olması değil bu filmle seyircinin zihninde gerçekleştirdikleridir. Bu filmlerde genelde karakterler hayatın anlamsızlığını fark eder ve bu düşünceyi pekiştirecek olaylar yaşarlar. Olaylar karakterin kontrolü dışında, rastgele ve aşırılıkla vuku bulur. Anlamsızlık, sonsuzluk gibi soyut kavramlarla karşı karşıya kalan karakterler umutsuzluğa düşer. Filmin ve anlatımın genel atmosferinde tam bir karmaşa hâkimdir.

Şahsi fikirlerimden bahsetmek gerekirse, hem tiyatroda hem sinemada bu fikirlerin insanlar tarafından farklı şekillerde ortaya konulması, bir seyirci olarak beni her zaman tatmin etmiştir. Her ne kadar melankolik bir konu ve düşünce tarzı gibi gözükse de absürdün insanın düşünsel yaşamında epey önemli bir noktada durduğunu düşünüyorum ve bu akımın sanatla bir arada olması da insanlara kolay ulaşabilmesi adına çok önemli. Absürtten bu kadar bahsettikten sonra, yazımın bu bölümünde de birkaç filme yer vermek istiyorum.

The Tree Of Life (2011)

Filmimizin konusunu yavaş yavaş yetişkinliğe doğru evrilen bir gencin bu yolda babasıyla yaşadığı gelgitli bir baba-oğul ilişkisi oluşturuyor. Karakterin bir çıkmaza düştüğünü gördüğümüz noktalarda, yine karakterin sorguladıklarıyla biz seyircileri de içine çeken bir anlatıma kavuşmuş oluyor bu film. Ortalama bir ailede geçtiğini kolayca anladığımız filmin güzel noktalarından biri, bu ortalama yaşamda sorgulanabilen ailevi ilişkiler, otorite, inanç, aşk gibi çeşitli kavramlar oluyor. İşlediği konuların derinliğine ve yoruculuğuna rağmen film bizi ekranda tutmayı da çok iyi bir düzeyde başarıyor.

Başrollerde Brad Pitt, Sean Penn ve Jessica Chastain gibi isimlerin yer aldığı yapımda, 4 kez Oscar adayı olan görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki epey dikkat çekiyor. Harika bir oyuncu kadrosu ve teknik ekiple Terrence Malick’in yönetmenliği de bir araya gelince, eşine az rastlanır filmlerden biri ortaya çıkıyor.

Biraz daha taraflı yaklaşmak gerekirse, defalarca izlenebilecek bir film olduğu kanısındayım. Filmi her izleyişinizde yeni bir fikir, yeni bir anlam bulmanız çok mümkün. Bu yapım insana düşünecek, sorgulanacak çok şey olduğunu, hayata karşı her pencereden ayrı bir bakış olabileceğini gösteriyor.

Brazil (1985)

1985 yılında çekilmiş film gelecekte ve distopik bir evrende geçiyor. Sıradan bir devlet memuru olan karakterimiz karanlık bir dünyanın içindeyken, işinden ve hayatından kaçmanın yolunu rüyalarda buluyor ve bu rüyalarda da gizemli bir yola giriyor. Bu rüyalarda gördüğü bir kadın ise filmimiz için önemli bir figür halini alıyor.

Filmin içerisinde yer aldığı yozlaşmış yapı ve insanlıkla birlikte, düşünme işlevini yitirmiş toplum bu dispotik dünyanın ana ögelerinden biri haline geliyor. İnsanları kalıplara sokmanın, gözlerini korkutmanın ne denli kolay hale geldiği, bunların insanı nasıl birer robota dönüştürebileceğini gözler önüne seriyor. İzlerken insanı huzursuz ve rahatsız eden yapısı, geleceğin getirebileceklerini gözler önüne sermesiyle Brazil, izlediğimiz topluma karşı bir umutsuzluk hissettiriyor bizlere. ”Hayale umut duymak gerçeğin izlerini silebilir mi?” sorusunu sorduracak, kendine has bir başyapıt.

Jonathan Pryce, Robert De Niro ve Kim Greist’in başrollerini üstlendiği, Terry Gilliam’ın yönetmenliğini yaptığı film, özellikle imgesel anlamda vermek istediğini seyirciye tam anlamıyla geçirmeyi başarmış. Seyirciyi düşündüren, görselleriyle vermek istediği mesajı pekiştiren harika bir film sizleri bekliyor.

Bad Boy Bubby

Önerdiğim üç filmden en rahatsız edici olan film diye belirterek başlayabilirim Bad Boy Bubby hakkında yazmaya. Filmimiz hayatının 35 yılını annesi tarafından bodrum katında kilitli tutularak geçiren bir karakteri konu alıyor. Bunca zaman annesi, dışarıda zehirleneceğini söylemiş ancak yıllardır görmediği babası geri döndüğünde hayatın gerçeklerini öğrenmiş ve ilk kez dış dünya ile tanışmıştır. Filmin ilk yarısı daha gergin geçerken filmin ikinci yarısıyla birlikte Bubby’nin dışarıya çıkmasıyla, daha şaşırtıcı bir hale bürünüyor.

Filmde, genel anlamıyla ancak duyduklarını tekrar etme işlevine sahip olan Bubby, senaryonun mükemmel yazılması nedeniyle bizlere tekrar ederek bile birçok şey anlatıyor. Filmin içerisinde dine, ahlaka, cinselliğe, aile yapısına ve çeşitli kavramlara karşı eleştiriler, düşünceler ve yorumların bu denli zekice verilmesi filmin kalitesine kalite katıyor.

Yapımda rahatsız edici pek çok görsel kısım yer aldığı için uyarmak da gerekli. Korkutucudan ziyade rahatsız edici olan bu görüntüler her sinemasevere uygun olmayacaktır. Bunun dışında değerlendirdiğimizde filmin hiçbir eksisi olmayacaktır. Rolf de Heer’in yönettiği filmde başrolümüz Nicholas Hope filmi ayrı bir seviyeye çıkarıyor.

Kaynakça

-Kaynakça

1-“Camus And Absurdity”. 2021. Philosophy Talk. https://www.philosophytalk.org/blog/camus-and-absurdity

2-“Søren Kierkegaard (Stanford Encyclopedia Of Philosophy) “. 2021. Plato.Stanford.Edu. https://plato.stanford.edu/entries/kierkegaard/

Kapak Görseli: 2021. I1.Wp.Com. https://i1.wp.com/gainweightjournal.com/wp-content/uploads/2020/03/0_iVdSESCKppuzT0O8.jpg?fit=2560%2C1706&ssl=1

Uğur TUNUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir