57. Antalya Altın Portakal Film Festivali Üzerine

/ / SİNEMA

Aylardır süren pandemi süreci, sinemayı da oldukça etkiledi. Sinema salonlarına kilit vuruldu, kimi işletmeler iflas etti. Onlarca film ertelendiği gibi, Cannes ve birçok prestijli festival de ya ertelendi ya da iptal edildi. İşte böyle bir ortamda, ülkemizdeki diğer prestijli festivaller çevrimiçi düzenlenmişken Altın Portakal’ın akıbeti merak konusuydu. Türkiye sinemasının kalbinin attığı Antalya, bir ilke imza attı ve festivalin gerçekleşeceğini duyurdu. Açık hava sinemaları kuruldu, koltuklar mesafeyle yerleştirildi, maskeler takıldı, dezenfektanlar hazır edildi… Kısacası tüm önlemler alındı ve festival başladı. 3-10 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen Altın Portakal’da 6 gün boyunca gösterilecek filmler için toplamda üç sahne kuruldu. Yıldızların Altında adı verilen sahneler, alınan önlemler ve yaratılan atmosfer ile büyük övgü topladı. Ulusal Yarışma’dan 12, Uluslararası Yarışma’dan 10, Ulusal Belgesel Yarışması’ndan 10, Ulusal Kısa Film Yarışması’ndan da 12 olmak üzere toplamda 44 film izleyiciyle buluştu. Ulusal Yarışma’daki tüm filmler, Türkiye prömiyerlerini Antalya’da yapmış oldu.

Açık hava şartları ve pandemi sebebiyle filmler sadece 19.20 ve 22.00 olmak üzere iki seansta tek seferlik gösterildi. Film ekiplerinin, sinema yazarlarının ve Antalya halkının katıldığı festivalde önceki seneler kadar olmasa da birçok etkinlik düzenlendi. Filmlerin gösterildiği günden bir sonraki gün film ekiplerinin katılımıyla söyleşiler yapıldı. Farklı konulardaki söyleşiler de çevrimiçi olarak takip edildi. Ben de festival boyunca takipte kaldım ve birçok filmi izleme ve yönetmenlerle sohbet etme fırsatı buldum. Son yıllara nazaran birçok farklı türü bir arada barındıran seçkileriyle unutulmayacak bir festivale tanıklık ettim. Şimdiyse 57 yıldır Türkiye sinemasının kalbinin attığı yerden, Antalya’dan, bu güzide filmlere kulak verme vakti!

Çatlak

İlk uzun metrajı Sarı Sıcak (2017) ile birçok ödül kazanan Fikret Reyhan’ın ikinci uzun metrajı Çatlak, Ulusal Yarışma’nın en iddialı filmlerinden değildi belki de fakat filmin gösterim sonrası aldığı tepki şüphesiz görülmeye değerdi. Bir anda herkes Fikret Reyhan’ı, filmdeki usta yönetmenliğini ve asla aksamayan güçlü senaryosunu konuşur oldu. Böylece beklentilerin altında kalan Ulusal Yarışma’ya, festivalin son gününde can verdi Çatlak.

Fatih, İngiltere’deyken, arkadaşı Ayhan’dan yüklü miktarda borç alır ve bunu ailesine gönderir. Borç, Fatih’in Türkiye’ye dönmesinden sonra da ödenmeyince Ayhan da Türkiye’ye döner ve Fatih’in ailesini ziyaret ederek parasını ister. Aynı bina içinde türlü ekonomik çalkantılarla yaşayan ailenin tüm çatışmaları gün yüzüne çıkar.

Başından sonuna kadar dengesini hiç kaybetmeyen temposuyla, aşırı gerçekçi diyaloglarıyla, kamerayı unuttururcasına yapılan film yönetimiyle ve güçlü senaryosuyla son yılların en iyi filmlerinden biri Çatlak. Son derece sıradan bir meseleyi, çok iyi yazılmış ve oynanmış karakterleriyle öyle bir yere getiriyor ki Fikret Reyhan; bir an için film izlediğinizi unutuyorsunuz. Kameraların yok edildiği ve hayatın kendisiyle baş başa bırakıldığımız filmde adeta bir aileyi gizlice gözetliyor gibi hissediyoruz. Toplumsal kodlardan tutun da tüm insani zaaflara kadar ademoğluna dair her şeye ucundan da olsa dokunan Çatlak, hissiyatı yüksek ve hayatın tam içinden bir dram örneği.

Flaşbellek

Tabutta Rövaşata (1996), Filler ve Çimen (2000), Gölgeler ve Suretler (2010) gibi önemli filmlerin yönetmeni Derviş Zaim, bu sefer kamerasını Suriye’ye ve rejime doğrultuyor. Festivalin final filminde iddialı bir sinopsisle karşılaşan seyirci, büyük beklenti içinde karşılıyor filmi ama Derviş Zaim son yıllardaki haklı eleştirileri doğrular nitelikte bir film koyuyor ortaya.

Flaşbellek, gerçek bir hikâyeden; Suriye’de bir askeri görevlinin, rejimin sivillere uyguladığı şiddetin belgelendiği binlerce fotoğrafı yurtdışına çıkarmasından ilham alıyor.

Uğradığı bir saldırı sonucu konuşma yetisini kaybeden Ahmet, sivillerin öldükten sonra fotoğraflarının çekilerek kayıt altına alındığı bir birimde çalışmaya başlar. Buna daha fazla katlanamayan Ahmet, şahit olduğu korkunç tutumu dünyaya duyurmak ve bu hikâyeden herkese bahsetmek ister. Bu zorlu yolda kendini ve eşini koruması ise hiç de kolay olmayacaktır.

Suriye’deki dramı merkezine alan Derviş Zaim, Flaşbellek’i yaşanan sürece insani açıdan yaklaşan bir yapıt olarak tanımlıyor. Fakat bu noktada ikna sorunu ortaya çıkıyor. Daha ilk sahnede büyük bir prodüksiyon ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Akabinde senaryonun ve yaşananların da gerçekçiliği ile filme tamamen girebilmeyi umarken gittikçe dışına itiliyoruz. Savaş sahnelerinin inandırıcı olmaması, IŞİD gibi bir meseleye sadece yüzeysel bakabilmesi, karakterlerin motivasyonlarının yetersiz olması, mekân geçişlerinin göze batması derken seyirci bu dev yapımın içinin yeterince dolu olmadığı hissine kapılıyor.

Hayaletler

Dünya prömiyerini Venedik’te yapan Azra Deniz Okyay imzalı Hayaletler, Venedik Uluslararası Eleştirmenler Haftası’nda en iyi film seçilerek Büyük Ödül’ün sahibi oldu. Antalya’da ise Türkiye prömiyerini yapan film, önümüzdeki günlerde Varşova ve Ghent gibi festivallerde de gösterilecek. Çektiği kısa metraj filmler ile tanınan Okyay, artık bir sonraki filmini merakla bekleyeceğimiz yönetmenlerden oldu bile.

Hayaletler, tüm ülke genelinde elektrik kesintisinin yaşandığı bir günde aynı mahalleden dört kişinin yollarını kesiştiriyor. Grubuyla yarışmayı kazanarak hip-hop dansçısı olmak isteyen Didem, belediyede temizlik işçiliği yapan ve hapisteki oğluna para göndermek için çabalayan İffet, kentsel dönüşümü fırsata çevirmek isteyen Raşit ve mahallenin çocuklarına gönüllü dersler veren Ela’nın yolları çakışıyor. Hayaletler, bu dört insanın birbirinin içine giren hikâyelerini yarı distopik ve kaotik bir anlatı kurarak izleyiciye aktarıyor. Kadın temsiline, cinsiyet eşitsizliğine, mülteciliğe, ırkçılığa, bozuk yapılaşmaya ve LGBTİ’ye değinirken konu fazlalığından biraz bocalıyor ama Okyay’ın hareketli kamerası filmi kurtarmaya yetiyor.

Okyay, kamerasını serbest bırakıyor ve olabildiğince gerçek kılıyor yaşananları. Türkiye’den bir şey anlatmakla Türkiye’yi anlatmak arasında gidip geliyor. Söyleşide de kendisi için karanlık bir dönemde, ülkede intiharların başladığı ve toplumda kadının yerini sorguladığı bir süreçte, senaryoyu yazmaya başladığını söylüyor. Kurgusuyla izleyiciyi yakalayan filmin görüntü yönetmenliği de konuşulmayı hak ediyor. Barış Özbiçer, bu distopik anlatının mimarlarından biri olarak karanlığa hükmeder cinsten bir performansla filmi teknik açıdan da mükemmele yaklaştırıyor. Fransız sinema dergisi Film Rezensionen, yapım hakkında “Karanlık bir varlık hâlinde yaşayan mültecilerden kapalı kapılar ardında eğlenen ve dans eden gençlere, kapalı duvarların arkasındaki hayaletleri belgeliyor.” yorumunu yaptı. Belki de filmin en iyi özeti bu cümlede saklı diyebiliriz.

İnsanlar İkiye Ayrılır

Tunç Şahin, ikinci uzun metraj filminde; bankalardan, peşine düşülemeyen borçları satın alıp tahsil etmeyi misyon edinmiş bir şirketin çalışanlarını beyaz perdeye taşıyor. Karışık Kaset (2014) ve BluTV’de yayınlanan 7Yüz (2017) projeleriyle bilinen Şahin, belki de seçkideki filmlerden ana akım sinemaya en çok kayan işe imzasını atmış.

İnsanların ikiye ayrıldığı noktada, borçlu-alacaklı denkleminde tam ortada duran şirket, kapitalist düzenin anlatısı rolünü üstleniyor. Şirket borcu bankadan devraldıktan sonra borçluya psikolojik oyunlar oynamak için eğitilmiş çalışanlar, tıpkı elmasını kırmızıya boyamaya çalışan öğrenciler gibi mücadele ediyor. Prim için hedefi tutturması gereken çalışanlar, karşılarındaki insanla empati yapmamak zorunda çünkü duygusal her kararın bu misyonu baltalama ihtimali bulunuyor.

Zincirin kırılması ise haliyle çalışanlardan birinin beklenen dışı davranmasıyla başlıyor. Devamında üçlü bir çatışmaya dönüşen bu çetrefilli mesele, izleyiciyi seyir zevki yüksek ve eğlenceli kurgusu ile koltuğuna çiviliyor. Ne yazık ki bu uğurda orijinallikten uzak bir senaryo ve tahmin edilebilir gelişmeleriyle; vadettiğinden ve yüksek potansiyelli çıkış noktasından son derece uzakta konumlanmaktan kaçamıyor. Sistem eleştirisi kabul edilemeyecek kadar yüzeysel değindiği ekonomik meselelere izleyici ikna olmuyor. Değindiği noktalarda sadece kendi konuşan, seyirciye alan bırakmayan, en nihayetinde uzun ve gereksiz açıklamalarla giderek kendi içinde tutarsızlaşan bir yapım haline dönüşüyor. Böylece festivalin şatafatlı ama içi boş filmlerinden biri olarak kendine yer buluyor.

Gölgeler İçinde

Erdem Tepegöz, ilk uzun metrajı Zerre (2012) ile birçok ulusal ve uluslararası yarışmadan ödülle dönmüş, adından övgüyle söz ettirmişti. İkinci uzun metrajı ise yıllardır üzerinde çalıştığı Gölgeler İçinde. Gürcistan’ın soğuğunu hissettiren ve ışıldayan setiyle izleyiciye göz kırpan film, senaryosundaki zaaflar nedeniyle sekteye uğruyor. Akıllarda ise robotik bir sesten duyulan “Lütfen makinelerinizin başına geçin.” cümlesi kalıyor.

Gölgeler İçinde; zamansızlığı, mekânsızlığı ve hatta isimsizliği kullanarak distopik bir anlatı ortaya koyuyor. Tamamen ilkel yöntemlerle idare edilen ve tam olarak ne üretimi yapıldığının muamma olarak kaldığı bir fabrikada geçen film, işçilerden birinin sistemi sorgulamasıyla temposunu yükseltiyor. Kameralarla her an izlenen, robotik bir sesin emirleriyle yönlendirilen, niçin o sistemin bir parçası olduklarının farkında dahi olmayan işçiler üzerinden yaratılan karanlık atmosfer, tüm görsel katmanlarına rağmen hikâyenin mekanikliği ön plana geçtikçe sönümleniyor. Getirdiği sistem eleştirisinin öteki tarafında kalanlara dair bir şey söylememeyi tercih eden film, seyirciye açtığı alanda boğuluyor.

Başkaldırı sonrası sistemin buna verdiği tepkiyle temposunu iyice artıran film; Tamirci karakterinin sahnede gözükmesinden sonra sisteme dair ettiği büyük, felsefi sözler ile kendi anlatısını bir türlü kesiştiremiyor. Böylece iddialı ama inandırıcı olmayan sözlerin içi, bir anda boşalıyor. Seçtiği mekânı, karakterler ve olay örgüsü arasında tamamlayıcı unsur olarak kullanmaya yeltenen Tepegöz, anlatıyı görselliğe yaklaştıracak gücü bulamıyor.

Gösterim sonrasındaki sorularımız üzerine “Bir şeylere cevap versem bu propaganda filmi olurdu, çoğu şeyi izleyicinin tamamlamasını ve yeni anlamlar üretmesini bekledim.” diyen Tepegöz, günümüz modern hayatına uyarlayabileceğimiz, kurtulmanın pek de mümkün olmadığı bu sisteme dair bir hikâye anlatıyor.

Yalda, A Night For Forgiveness

Uluslararası Yarışma’nın açılış filmi olan Yalda, a Night for Forgiveness, 22 yaşındaki Maryam’ın 65 yaşındaki kocası ve eski patronu Nasser’i öldürmesi üzerine idama mahkûm edilmesinden sonrasını işliyor.

Maryam’ın hayatta kalmak için tek şansı ise canlı yayınlanan bir televizyon programında, Nasser’in kızı tarafından affedilmesidir. Bahsi geçen televizyon programı İran’da ailelerin bir araya geldiği ve Hafez şiirleri okuduğu, nar ve karpuz ile sofralarını şenlendirdikleri bir gece olan Yelda gecesinde yayınlanır.

Geçmişteki hatalarını ve seçimlerini sorgulamakla hayatı için yalvarmak arasında gidip gelen genç bir kadını izlediğimiz film, İran toplumunda kadının yerine ve adalet sistemine dair çok şey söylüyor. Bir insanın yaşayıp yaşamayacağının belirleneceği bir gecede, kamera arkasındaki endişe ve reyting önceliği ile “Sevinç bağışlamaktır.” düsturu ardına saklanmış ikiyüzlü, trajik bir hikâye. Ne yazık ki film, ele aldığı potansiyeli yüksek meseleyi, seyir zevki yüksek bir kurgu ve senaryoyla taçlandıramıyor.

The Big Hit

Cannes Film Festivali’nin bu yılki özel seçkisinde yer alan, ünlü Fransız komedyen Kad Merad’ın başrolünü üstlendiği The Big Hit; dokunaklı bir komedi örneği olarak karşımıza çıkıyor. Uluslararası Yarışma’nın seyir zevki en yüksek filmi olan The Big Hit, gerçek bir olaydan esinlenerek ortaya çıkarılmış.

Filmde, işsiz bir oyuncu olan Etienne’in, hapishanede mahkûmlarla Godot’yu Beklerken’i sahneye koyması ve sonrasında gelişen olaylar anlatılıyor. Merad’ın etkileyici ve mahkûm rolündeki oyuncuların gerçekçi performanslarıyla devleşen film, esin kaynağına sadık kalarak ihtişamlı bir final yapıyor. Bir Beckett klasiği olan Godot’yu Beklerken’den beslenen film, merkezine bu oyun için en uygun kişileri, mahkûmları yerleştiriyor ve atmosferindeki gerçekçiliği seyirciye aktarabiliyor.

Preparatıons To Be Together For An Unknown Period Of Time

Doğu Avrupa sinema estetiğinden beslenen Lili Horvát’ın ikinci uzun metrajı, festivalin dikkate değer filmlerinden biriydi. İzleyici ile arasına emin olamamanın getirdiği tedirginliği koyan ve son dakikaya kadar bunu hissettiren yönetmen, ana karakter olarak aşkı için ABD’den Budapeşte’ye dönen Marta’yı kullanıyor.

Marta, ABD’de doktorken bir konferans sonrasında sözleştiği meslektaşı için memleketine döner ve Özgürlük Köprüsü’nde onu görmeyi umar. Uğruna okyanuslar aştığı aşkı, ne kadar beklese de gelmez. Marta, nihayetinde aşkına ulaşır ama adam onu ilk kez gördüğünü ve daha önce tanışmadıklarını söyler. Bir kadının akli melekelerini yitirip yitirmediğinin peşine düştüğü, bilinmezliğin cazibesiyle boyalı film, vadettiği zirve noktasına ulaşamasa da bütününe bakıldığında kayda değer bir yapım olarak nitelendirilebilir.

Quo Vadis, Aıda?

Jasmila Žbanić’in son filmi Quo Vadis, Aida? Srebrenitsa Katliamı’na yeni bir bakış getirirken politik tutumu ve keskinliğiyle de seçkiden tamamen ayrı bir yerde konumlanıyor. Hikâyesini BM için tercümanlık yapan Aida üzerinden kuran Žbanić, erkek egemenliğindeki savaş ortamına izleyicisini hapsediyor.

Yugoslavya İç Savaşı sürerken, 1995 Temmuz ayında, Sırp Cumhuriyet Ordusu’nun Srebrenitsa’ya karşı giriştiği Krivaya Harekâtı’nı konu alan film, bir soykırımın izlerini sürüyor. BM’nin utanç duyulası ikiyüzlülüğünü gözler önüne sererek bir aile trajedisine odaklanıyor.

Anlaşmalara rağmen harekâta devam edilince halk, oluşturulan güvenli bölgeye akın eder. Aida da ailesini içeri almak ve onların güvenliğini sağlamak ister. BM komuta zincirinin aksaklıklarını, Sırp Cumhuriyet Ordusu’nun sivillere karşı acımasız tutumunu, etnik temizlik ve Sırplaştırma gayesini işleyen filmde izleyici, General Ratko Mladiç komutasındaki ordunun doğrulttuğu ağır silahları adeta yüzünde hissediyor.

200 Meters

Venedik’te prömiyerini yapan Ameen Nayfeh imzalı 200 Meters, günümüzün en büyük sorunlarından birine, İsrail-Filistin ilişkisine ve üzerinde uzlaşılamayan sınırlara değiniyor. Son derece ciddi bir meseleyi merkezine alan Nayfeh, kimi anlarda nahifliğinden ödün vermiyor ve suratına tokat yemek isteyen izleyici umduğunu bulamıyor.

Eşi ve çocuklarından 200 metre uzakta, Batı Şeria Duvarı’nın ardında yaşayan Mustafa, çocuğu hastalanınca sınırın ötesindeki hastaneye ulaşabilmek için uzun bir yolculuğa girişir. İzleyici de tüm bu zorlu yolculuk sırasında sınırları ve duvarları sorgular. Değindikleri nedeniyle önemli bir potansiyel taşıyan film, biraz daha sert tonları yakalayabilse izleyiciye çok daha farklı şeyler hissettirebilirdi.

Listen

Ana Rocha De Sousa’nın ilk uzun metrajı Listen, günümüz İngiltere’sinde göçmen olmaya dair güçlü bir anlatı kurmaya kalkışıyor. Son derece güçlü performanslara rağmen senaryonun aksayan tarafları izleyiciyi gerçeklikten uzaklaştırıyor.

Devlet, Portekizli göçmen bir ailenin çocuklarını ellerinden alıp evlatlık verme işlemlerine başlayınca, aile bir onur ve hukuk savaşına girişiyor. İşitme yetisini kaybetmiş küçük bir kız çocuğu üzerinden kurulan dramatik yapı, varlığını sonuna kadar koruyamıyor. Günümüz İngiltere’sinden son derece kopuk gelişmeler de gidişatı baltalıyor ve iddialı başlayan film, daha final yapamadan sonlanmış oluyor.

Ladies Of Steel

Pamela Tola’nın ikinci uzun metrajı Ladies of Steel, çerez bir seyirlik olmaktan öteye gidemiyor. Feminist meydan okumasına sahip çıkamıyor ve mizahındaki eksikliğini film boyunca hissettiriyor.

Yanlışlıkla eşinin ölümüne sebep olduğuna inanan 75 yaşındaki bir kadın, kız kardeşleriyle adaletten kaçmaya çalışır. Tola, yaşlıların da toplumun bir bireyi olduğu gerçeğini motivasyon aracı olarak kullandığını belirtmişti. Mizahı da aralara yedirerek belli ki bir kara mizah anlatısı ortaya koymaya çalışıyor ama ne yazık ki çuvallıyor.

Eren AKKOÇ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir