Soru: Hoş geldin Özer abi. Alegori Dergi ailesi adına teşekkür ederim, röportaj teklifimizi geri çevirmedin. Öncelikle, seni daha yakından tanımak isteyen okurlarımız olacaktır. Kendinden biraz bahsedebilir misin?
Yanıt: Tabii. İsmim Özer Arslan. 1983 yılında doğdum, 39 yaşındayım. Uludağ Üniversitesinde İşletme okudum. Oraya gitme sebebim de aslında bir tiyatro kulübünün olmasıydı, üniversite tiyatrosuyla başladım amatör olarak. Sonra Haliç Üniversitesinde Konservatuara girdim, 2008 yılında. Dört yıl orada oyunculuk eğitimi aldım. Ufak tefek oyunculuk işleriyle kazandığım paralarla atölyelere gittim. En son Londra’da bir yazarlık atölyesine gittim. Yazarlığa daha eğilimli olduğum için 3 ay kadar bir yazarlık eğitimi aldım. Bir tiyatro kurdum 2010 yılında. Üç yıl sanat yönetmenliği yaptım. Oyunlar yazdım, yönettim, ödüller aldım. Genelde tiyatroyla ilgilendim. Son iki üç yıldır, biraz da ülke şartlarından dolayı, dijital platformlara daha fazla zaman ayırmaya başladım. Tiyatro yapmaya, dizilerde ve filmlerde oynamaya devam ediyoruz. Benim hikayem böyle.
Soru: Peki birazcık oyunculuğa girişin hakkında konuşalım. Oyunculuğa üniversitede girdiğini söyledin. Oyunculuk yeteneğinin olduğunu nasıl keşfettin? Ayrıca bu süreçte çevrendekilerin tepkisi nasıl oldu? Destek aldın mı?
Yanıt: Baştan başlayayım. İlkokuldan beri diyalog yazıyorum. İlkokul – ortaokul başlarında şiir, sonra diyalog ve öykü yazmaya başladım. Ardından yerli edebiyatıyla tanıştım. Bir gün, 99 veya 2000 yılı olması lazım, Rumelihisarı’nda – ki şimdi camii yaptılar oraya – açık hava tiyatrosunda Sen Hiç Ateş Böceği Gördün Mü? oyununu izledim. Çok güzel bir metni vardır, tavsiye ederim. Ben bu oyunu Demet Akbağ’dan canlı izledim. Onu izlediğimde “Ben tiyatrocu olacağım” dedim. Bu şekilde karar verdim. O dönemde doğal olarak ailem buna karşı çıkmıştı maddi kaygılardan ötürü. Onların gözünde tiyatrocular aç kalan, sürünen bir meslek grubu olduğu için önceleri itiraz ettiler. Ben de sırf tiyatrosu var diye Uludağ Üniversitesi yazdım. Yetenek kısmıyla ilgili ise bir hocam sürekli şunu derdi: “Yetenek dediğimiz şey bu işin yüzde 30’u yüzde 40’ı. Geriye kalan çalışmaktır”. Ben de aynı şekilde bunun bir zanaat olduğunu düşünüyorum. Elbette az çalışıp çok yol da alabilirsin yeteneğine göre. Ama çok çalışarak da çok yol alabiliyorsun. O yüzden sorunun bu kısmında yeteneğe inanmıyorum. Çalışarak, pratik yaparak, tecrübe edinerek gelişen bir meslek olduğunu düşünüyorum oyunculuğun.
Soru: Peki kariyer, yaşam biçim, düşünce tarzı olarak örnek aldığın isim veya isimler var mı? Varsa bu isimleri özel kılan şey nedir?
Yanıt: Öncelikle, bizim Halil Babür var, oyuncu bir arkadaşım. Onun oyununda geçen bir laf var: biri olmak istediğinde, birine hayran olduğunda, en fazla onun kadar olabilirsin. Örnek aldığım insanlar elbette var, ama onlar gibi olmak istememeliyim. Sanatla uğraştığımız için özgün olmak gerekiyor. Sen bir tanesin. Ama yaptığı işlerle bana “iyi ki bu mesleği yapıyorum” dedirten, ilham veren insanlar var, onları sayabilirim. Oyunculukla ilgili beni en çok etkileyen Müşfik Kenter’di, konservatuvarda hocamdır kendisi. Yazarlıkla ve düşünceleriyle beni etkileyen isimlerden biri Berkun Oya’dır. Kendisi inanılmaz bir yazar. Yine aynı jenerasyondan Ali Atay’ı çok beğeniyorum. Onur Ünlü’yü de çok beğenirim. Bu listeye tabii Feyyaz Yiğit’i de eklemek lazım, çok özel bir insan. Bu isimleri izledikçe, gördükçe “iyi ki bu işi yapıyorum” diyorum. Bir de son olarak Onur Saylak’ı söylemek istiyorum, onunkine benzeyen bir yol haritam var. O da konservatuvarı bitirdikten sonra oyunculuk yaptı ve yazarlık yaparak devam etti. Bu kişilerin iş disiplinleri de oldukça yüksek, bu da onları saymamın bir sebebi diyebilirim.
Soru: Benim şahsen merak ettiğim bir husus var. Gündelik hayatında zaman nasıl geçiyor? Bir sanatçı olarak rutinin var mı? Var ise bu rutin nelerden oluşuyor? Aynı şekilde sahneye çıkmadan önce veya film setinde uyguladığın ritüelin veya totemin var mı?
Yanıt: Geçen bunu başka bir gazetede daha sordular bana. Öncelikle tiyatro, film ve dizi farklı disiplinler. Mesela tiyatro için şöyle söyleyebilirim: konsantrasyon için önceden sahneye gitmek, odaklanmak, ısınmak, vücudunu ısıtmak, ezberlerinin üzerinden geçmek gibi rutinler oluyor. Bunlar çoğunlukla disiplinli olan sanatçılar için geçerli. Yapmayanlar da var tabii ki, onlar adına bir şey diyemem ancak ben elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum. Sinemada da yine benzer şeyler oluyor. Çekimden bir iki gün önce sahneye bakmak, ezberine bakmak, vesaire. Duruma göre değişiyor. Ulusal kanallarda, bazen tek bir sahne için saatlerce karavanda bekliyorsun. Atıyorum, 6 saat beklemişsin, canın sıkılmış ve yorulmuşsun, sonra sahnen gelmiş ve 6 saat beklememiş gibi performans sergilemen bekleniyor. Günlük hayat nasıl geçiyor? Ben hiperaktif olduğum için sürekli bir şey yapmak durumundayım, yoksa boşluğa düşüyorum. Set dediğimiz şey haftada iki gününü alır. Çok yoğunsan veya rolün daha büyükse bu beş altı güne de çıkabilir. Ama biz yardımcı oyuncu olduğumuz için biz genelde iki üç gün çalışıyoruz. Ben yazarlığa yönelmek istediğim için benim günüm çoğu okumayla, izlemeyle ve yazmayla geçiyor. Bu noktada oyunculardan biraz ayrılıyorum. Bunun dışında da spor yapmasam da yürüyüş yapıyorum.
Soru: Yönetmenliğe, yazarlığa doğru evrimleşmeye çalıştığından bahsediyorsun. Bir senaryo fikrinin oluşumunu konuşalım. Senaryo yazmanın evreleri nelerdir? Fikirler nasıl ortaya çıkıyor?
Yanıt: Bu bir nevi bir mühendislik işi. Hiçbir farkı yok. Hatta atölyelerinde yapı bozum tekniği kullanılır. Bu teknik şudur: güçlü bir dramatik yapısı olan, yüz yıllardır ayakta kalmış metinler var, örneğin Shakespeare’in metinleri gibi. Bu metinleri alırsın, parçalara ayırırsın. Anatomi gibi düşün. Anatomi de öyle çıktı ya. İnsanı yarıp iskelet sistemini, sinir sistemini vesaire öğrendik. Sonra mesela heykel tıraşlar bu bilgiler ışığında heykellerini yapmaya başladı. Yapı bozum da budur esasen; tümden gelim. İyi fikrin olabilir, ama bunun bir iskeleti olması gerektiğini bilmemiz, öğrenmemiz gerekiyor. Soruna cevap vermek gerekirse: genelde bir derdinle başlıyorsun. Gördüğün bir haksızlık, gördüğün bir adaletsizlik veya gördüğün komik bir durum seni yazmaya itiyor. Buna ilham kaynağı diyenler de olabilir. Geçen bu konu hakkında bir yazı okudum ve yazıda çok çarpıcı bir cümle vardı: ilhamı amatörler bekler, profesyonel bulduğunu yazar. Ben bunu edebiyatçılardan da duydum, ressamlardan da duydum, müzisyenlerden de duydum. Bu iş çalışma işi, pratik işi. Ben genelde dert ettiğim şeylere bakıyorum.
Soru: Oyuncu olmanın zorluklarından bahsedelim. Tahmin ediyorum ki oldukça rekabetli bir sektörde çalışıyorsun. Oyunculuğun zorlukları nelerdir? Bir diziye veya filme nasıl giriyorsun?
Yanıt: Üçüncü dünya ülkesinde yaşadığımız için doğal olarak senin sorduğun soru oyunculuğun teknik olarak zorluğu olmadı. Bu çok haklı, çok güzel bir soru oldu. Ben de arkadaşlarıma daha geçen gün bunu söyledim. Bu ülkede bir iş yapıyor olmanın belki de yüzde otuzu o işin niteliğidir. Geri kalan yüzde yetmişi network, insan ilişkileri, tanıdığın insanlar, görünür olmak ve mücadeledir. Ezber yapmak zor mu? Role girerken ne hissediyorsun? Rolden çıkabiliyor musun? Bu tarz soruları konuşmuyoruz. Maalesef üçüncü dünya ülkesi olduğumuz için başka konuları tartışıyoruz. Her şeyden önce rekabet çok fazla. Her sene belki de yüzlerce, hatta binlerce konservatuar mezunu veriyoruz. İşçi talebinin düşük olduğu bir piyasada çok fazla işçi arzı var. Üç aşağı beş yukarı konservatuar mezunlarının kalitesi de benzerdir. Elbette bir dâhiyse veya çok yetenekliyse kendini belli eder. Örneğin Feyyaz Yiğit gibi birinin kaybolma ihtimali yok, onu biri görecekti. Ama tabii ki Okan Bayülgen’in Feyyaz’ı görmesi yeterli değil, Feyyaz’ın Okan’a gitmesi de gerekiyordu. Okan, Feyyaz, bu isimler sürekli değişir, ama işin aslı networktür. Aynısı diğer alanlarda da geçerli, sadece sanat veya eğlence sektörü değil.
Soru: Bu zorlukların senin ruh sağlığın üzerindeki etkiler ne gibidir ve bunların üstesinden nasıl geliyorsun?
Yanıt: Bütün oyuncu arkadaşlarımın ve kendimin en büyük mücadelesi boşluk. İnsanlar beyaz yaka olmaktan, mavi yaka olmaktan veya genel olarak stabil dediğimiz işleri yapmaktan yakınıyor olabilirler, ama en nihayetinde rutin insanı hayata bağlar. Sabah küfür ede ede işe gitmek, akşam da yorgun argın eve dönmek bütün eksilerinin yanında seni hayata bağlar. Ama bir oyuncunun, işsiz bir oyuncunun özellikle, en büyük imtihanı sabah kalkınca ne yapacağını bilememek, yarın ne olacağını bilememektir, çünkü sürdürülebilir bir şey değil. Bu sanırım diğer meslekler için de bir o kadar geçerli aslında. En nihayetinde insan üretmeye, çalışmaya, ortaya bir şey koymaya mahkûm bir varlık. İnsan beyni sorun çözmeye odaklı bir varlık, ortada çözülecek bir sorun yoksa kendine saldırmaya başlıyor.
Soru: Okuyucularımız için son sözünü alabilir miyiz?
Yanıt: Çevre ile uğraşmayı bırakıp kendimle uğraşmaya kara verdiğim zaman kendi içimdeki kapılar biraz daha açılmaya başladı. Ülke gündemi, dünya gündemi insanı çok fazla karanlığa, umutsuzluğa sürükleyebiliyor. Öteki ile olan yarışımız, öteki ile olan karşılaştırmamız bizi başka yerlere götürebiliyor. Çok zor bir şey bunun farkına varmak, ama genç nesil bunu çok iyi başarabiliyor. “Ben ne istiyorum ve bunu nasıl en iyi şekilde yaparım?” gibi sorulara odaklandığımda, önümde hiçbir engel kalmadığını gördüm. O da zaman alıyor elbette, ama ben bunu geç de olsa öğrendim. Sadece keyif aldığım, mutlu olduğum şeyleri yapıp, bunları daha iyi şekilde yapmaya çalışıyorum. Bu da bana çok iyi geliyor. Herkese de iyi geleceğini düşünüyorum.
Alegori Dergi adına tekrar teşekkür ederim davetimizi geri çevirmediğin için. Çok keyifli bir sohbetti, hayatının yeni sayfasında başarıları dileriz!
Hem soran hemde cevaplayan ikinizde harikasınız çok çok başarilar diliyorum