Aristoteles; dünyadaki tüm varlıkların ateş, su, toprak ve havadan oluştuğunu düşünüyordu. Platon’un aksine, bu dünyanın ötesindeki formlarla değil, tamamen içinde yaşadığı dünya ile ilgileniyordu. Mantık, fizik, biyoloji, zooloji gibi birçok alanın birbirlerinden ayırımını, dolayısıyla da kuruluşunu gerçekleştiren isimdi. Bu alanlardaki fikirleri çok da güvenilir olmayan metotlara dayanarak 15. yüzyıla kadar geldi. Bu dönemlerde fizik, biyoloji ve astronomi gibi disiplinlere “doğal felsefe” denmekteydi.
Bilimsel Devrim başta astronomi olmak üzere tüm disiplinlere etki etti. İlk zıplama Copernicus’un, belki de İncil’le uyuştuğu için kilisenin de kabul ettiği ve dünyayı evrenin merkezine alan Yer Merkezli Evren Modelini çürütmesi ile gerçekleşti. Copernicus’un teorisine göre ise evrenin merkezinde güneş vardı ve diğer gezegenler onun etrafında dönüyorlardı. Her ne kadar kilise bu görüşü hoşnutlukla karşılamasa da zaman içinde teori kabullenildi. Teoriye göre, gezegenler dairesel biçimde hareket ediyorlardı fakat Copernicus’u, gezegenlerin hareketinin elips şeklinde olduğunu iddia eden Kepler ve sonrasında muhteşem keşifleriyle Galileo izledi. Fakat astronomi alanında yapılan bu keşifler arasında Galileo’nun “matematiğin materyal nesnelerin hareketlerini anlatmada kullanışlı bir dil olduğu” fikri, onu modern fiziğin* kurucusu yaptı. Galileo’nun bilimin metodolojisi bağlamında önemli olan başka bir fikri “hipotezlerin deneye tabi tutulması” gerektiğiydi. Bilimsel gelişmeleri kabaca bir sırayla Newton, Darwin ve Einstein’ın çalışmaları takip etti, onları da teknoloji.
Şimdi biraz geriye gidip asıl konumuza girmem gerekiyor. Dediğim gibi, Copernicus, teorisini ortaya atmadan önce kilisenin öğretilerine uyan Aristotelyan bir evren modeli hüküm sürüyordu. Copernicus’un ortaya attığı model, bu fikri tam anlamıyla “temelden” sarstı ve tepkilere yol açtı. Karşılaştığımız durum belki skolastik düşünce ile Rönesans çatışmasının binlerce örneğinden biri fakat ikisinin de kökeninde neredeyse aynı fikir yatıyor. Bahsettiğim çatışma oldukça ironiktir; kaldı ki burada mit kavramını, konuyu Copernicus’un ve onu takip edenlerin bağlamından kopartıp tamamen Rönesans, dolayısıyla da modernite üzerinden değerlendirdiğimi yanlış bir anlaşılma yaratmamak adına belirtmek isterim.
Rönesans felsefesine biraz değinmek için Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü’nden yararlanalım:
“Bu dönem felsefesi, insan merkezli bir felsefedir. Rönesans felsefesinde teori ve pratik arasındaki mutlak antitez yok olup giderken, doğruluk ve yanlışlık mutlak olmayıp bilginin sonu gelmeyen ilerlemesine bağlı ve göreli olan değerler olarak anlaşılmıştır. Bilgi teorisi bakımından empirisist bir bakış açısı sergileyen Rönesans felsefesinde, insan zihni, yalnızca dış dünyadan gelen izlenimlerin pasif bir alıcısı olarak görülmemiş, zihnin etkinliğini vurgulayan aktivizm, iradecilik, personalizm ve bireycilikle birleştirmiştir.”
Bilindiği gibi Rönesans düşüncesine göre “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” İnsan merkezdedir. Duyu ve akıl yoluyla algılanan her şey insan içindir ve bu “şeylerin” bu dünyadaki yerleri, dolayısıyla da değerleri, insan üzerinden belirlenmiştir. İnsan bir ölçü birimidir ve değerler statüsünde kendine yer bulabilecek her şey, insana dair ederinin karşılığı ederince bu “yere” sahip olur. Rönesans’a göre insanı tüm bu diğer şeylerden ayıran özelliği ise akıldır. Filozoflar bin yıllardır bu konu üzerine parmak basmaktadırlar. Crispin Sartwell, bu durumu NY Times’ta yayınlanan makalesinde kısaca şöyle anlatmış: “Filozoflarında sık sık altını çizdiği gibi rasyonalite ve irade […] bize özgü ahlaki bir statü sağlıyor. Biz bilinçliyiz, […] rasyoneliz, özgürüz.”
Yine aynı makale, insanın niteliksel ayrımının, insan türünün kendi içindeki örneklerine uygulandığında ne olacağına dair oldukça makul bir soru soruyor ki bu soru, cevabını, ortaya atılmadan çok uzun bir süre önce Rönesans felsefesi içinden yetişen David Hume’un siyahilere “beyazlara göre doğal olarak aşağı konumda” cümlesinde ve Kant’ın da “Afrika’nın zencileri (negros)” söyleminde bulmuş bir soru.
Irkçılık, Rönesans’a, dolayısıyla da insana güç veren aklın çok uzun bir zaman önce entelektüel olarak temeli atılmış bir fenomen.
Konunun skolastik düşünce boyutuna geçtiğimizde ise Yaratılış’a bir bakmamız gerekiyor. Hristiyanlığa göre Tanrı önce şekilsiz, karanlık ve boş olan dünyada “ışık olsun dedi ve oldu.” Sonrasında suları birbirinden ayırdı. Toprağı var etti. Toprağın içine tohum verip yetişen otları, bitkileri, meyveleri ve sebzeleri yetiştirdi. Işığı ve yeryüzünü düzenleyip mevsimleri düzenledi. Sonrasında suların ve yeryüzünün içinde yaşayacak milyonlarca canlıyı yarattı.
En son olarak da insanı kendi suretinde yarattı. Onları kutsadı ve onlara: “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.” dedi.
İşte yüzyıllarca buna inanmış bir kurum (kilise), bir gün evrenin merkezinde olmadığı ona söylendiğinde tabii ki de karşı çıkacaktır. En temel sebep, teorinin kutsal kitapla çelişmesi değil, yalnızca onun için hazırlanmış olan bu sofraya (dünya) tek başına oturan insan, elbette ki evrenin merkezinde de kendisi olduğuna inanacaktır.
İnsanın yaratılışıyla ilgili bölüm, farklı semavi dinler içinde de neredeyse aynı. İnsana hayatın anlamını, kaynağını, bu hayatta nasıl yaşanılacağını, iyi kötünün ne olduğunu anlattığını iddia eden bu dinler, yeryüzünün her köşesine barındırdığı bu öğretilerle beraber yayıldı. Fakat problem birkaç satır üstte özellikle kalınlaştırarak yazdığım kalıplardaydı.
Dünyanın ve onun tüm nimetlerinin insan için yaratıldığı fikri, insanın kendisini tüm bunlara karşı daha farklı bir statüde tutmasını sağlıyor. Tıpkı Rönesans’ın, insanı, akli melekeleri sebebiyle diğer tüm unsurlardan ayırması gibi.
Rönesans felsefesi ve dini öğretiler temelde böyle bir kesişmeye sahip. Fakat bu neden önemli?
Modernitenin en büyük simgesi belki de şehirlerdir. İnsanın ihtiyacı olan tüm maddesel kaynaklar, şehirlerin dışında, şehirler için üretilir. Şehrin içinde bir üretim yoktur. Dolayısıyla kaynakların tüketiminin sonuçları yaşayan insanın deneyimine ilk elden şehirde girmez. Şehir, insanın üremesi ile beraber genişler ve yoğunlaşır. İnsan doğanın kimi bölgelerini şehir için, kimi bölgelerini de bu şehri doyurmak için kullanır ve bu şekilde ona hükmeder. Fakat bu doyurma girişimi, Sokrates’in altı delik bardaktan su içmeye çalışan insan benzetmesine benzer.
Neden mi?
Tarımda belirli bir bölgede yetiştirdiğiniz X ürününü ertesi sene de yetiştirmeniz sağlıklı değildir. Çünkü her bitki, meyve ve sebze, toprağın belirli besinlerinden faydalanır ve aynı ürünün yıllarca üretilmeye çalışılması, toprağın verimliliğine zarar verir. Fakat şehir ve şehirde yaşayan insan için ürünlerin mevsimleri ve ne şekilde yetiştirildikleri önemli değildir. O doymak, dolayısıyla da tüketmek zorundadır.
İşte böylesine bir tüketim, insanın doğaya egemen olduğunu sanmasına yol açar. İnsanın, akli melekelerinin onu üstün kılması ya da onun tanrı suretinde oluşu fikirleri tamamen yanlıştır. Çünkü insan doğaya hükmettiğini düşünürken aslında yaptığı tek şey, doğanın dinamiklerinde ve dengesinde sapmalar yaratmaktır. Bu dengenin ve dinamiğin sekteye uğraması demekse iklim krizi ve Covid-19 demektir.
Dipnotlar
*Modern fizikten kastedilen Galileo’nun matematiğin doğal fenomenleri açıklamada kullanılması gerekli dil olduğunu öne sürmesi ve matematiği fiziğin dile olarak belirlemesidir. Literatürde ve statükoda modern fizik olarak tanımlanan, 20.yüzyılda Schrödinger, Planck gibi bilim insanlarının çalışmaları ile gelişen fizik kategorizasyonundan bahsedilmemektedir.
Kaynakça
1- OKASHA, Samir, Philosophy of Science A Very Short Introduction, Oxford University Press, New York, 2016
2- CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999
3- SARTWELL, Crispin, Humans Are Animals. Let’s Get Over It., New York Times, https://www.nytimes.com/2021/02/23/opinion/humans-animals-philosophy.html
4- O’DONNEL, Aislinn, Felsefenin Irkla Derdi Ne?, Çev. Alihan Koçak, Düşünbil Portal, https://dusunbil.com/felsefenin-irkla-derdi-ne/
5- İncil-Tevrat-Zebur Kutsal Kitap, İzmir Protestan Kilisesi, https://incil.info