Milan Kundera’nın Varoluşsal Sancılar İçin Reçetesi: Şiirsel Bellek

/ / EDEBİYAT

Milan Kundera belki de insan ilişkileri üzerine bitirme tezi yazdığını iddia edebileceğimiz nadir insanlardan biri. Gençliğinde partiden de atılmış bir Komünist Parti üyesi, sonraki yaşlarında Paris’te yaşayan ve basınla konuşmayan, muhtemelen iç huzuru yakalamış bir edebiyat efsanesi kendisi. Zaten Louis Aragon bir kitabınız için “yüzyılın en iyilerinden” demişse size sadece şapka çıkartılır. Yine Louis Aragon’un davetiyle geldiği Fransa’da, Fransızcasını ana dili kadar iyi hale getirip eser verebildiği ve kendi sözleriyle “yazarlık kariyerindeki yaratıcı düşünmenin daha büyük kısmının” Fransa’da ortaya çıktığı da dikkate alındığında kendisinin Avrupa romancılığının en kilit parçalarından biri olduğu reddedilemez.

Kundera kendi romancılığını ve romanlarını; “polifoni” adını verdiği ve orijinalinde bir müzik terimi olan çok seslilikle tanımlamakta. Kendisine söylenen “’Kahkaha ve Unutma Kitabı yedi ayrı kitap olabilirdi.” yorumuna “O zaman insan varlığının modern dünyadaki kompleksliğini açıklayamazdım.” cevabını vermiştir. Kendi zamanı içerisinde yaptığı tespit ve analizlerin artık post-modern diye adlandırdığımız dünyada hala belirli oranlarda geçerli olması da onun sadece usta bir yazar değil aynı zamanda çevresini çok iyi anlayan biri de olduğunu kanıtlar. Ayrıca polifoniyi edebiyata aktarma şevkini ifade ederken babasının modern bestecilere duyduğu hayranlığı da miras aldığını belirtmiştir.

Kendisinin ana dili olan Çekçeye çevrilmemiş bazı kitapları olması onun yazarlık kariyerine dair ilginç enstantanelerden biri. Her yazar gibi eserlerine karşı bir koruyuculuk, belki de kısmen bir ebeveynlik hissettiği kesin. Çift ana dili olan biri olarak her çeviride oluşması kaçınılmaz olan orijinalliğin kaybolması durumundan korkuyor olması bunu kanıtlıyor. Ancak çevirmediği ve çevrilmesine de izin vermediği kitapları onlarca dilde okuyabilirken Çekçe okuyamıyor olmak kesinlikle alışılmışın dışında.

Milan Kundera’nın yaşadığı dünyayı çok iyi anladığını gösteren birçok sözü var. Kendisi her şeyden önce başarılı bir cümle mühendisi. Ama bugün inceleyeceğimiz sözü ve ortaya attığı kavram bence diğerlerinden çok daha farklı bir yerde duruyor. Kendisini, haklı olarak, “yıkıcı” bir yazar olarak tanımlamasına rağmen ortaya attığı “şiirsel bellek” ile her saniye daha da zorlaşan anlam arayışımıza bir sanatçı estetiğinde çözüm üretiyor. Bu estetik iki noktada önemli: Bunlardan ilki şiirsel bellek olarak anlatılan yapının hayatla ne kadar bileşik olduğunu kavrayabilmek için belleğin kendisinin de devreye girmesi gerekliliği; ikincisi ise sabah bizi yataktan kaldıran gücün ne olduğunu adı gibi poetik biçimde açıklayarak, uyandırabileceği umudu insan ruhunun çok derinlerinden temellendirmesi.

Şiirsel bellek, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” içerisinde bizi büyüleyen ve ruhumuza dokunan her şeyi kaydetmekle görevli, hayatımızı güzel kılan noktalarla da yakından ilgilenen, beynin özel bir bölümü olarak tanımlı. Bu tanımın üzerinde durmak gerekiyor çünkü kapsamı oldukça geniş. Ancak öyle de olması gerekiyor çünkü Kundera’nın anlattığı şey tam da bu genişlikte rol buluyor. Güzel bir şiir okumayı da barındırıyor, bir şehrin manzarasını ilk kez görmeyi de barındırıyor. Hatta sevilen bir insanın sesini duymak da şiirsel belleği harekete geçiriyor. Hatta Kundera spesifik olarak önce aşkın bir metaforla başladığını söylüyor; sonra da aşkın başladığı anın bir kadının ilk kelimesinin şiirsel belleğimize girdiği an olduğunu anlatıyor.

Milan Kundera’nın zekasının devreye girdiği nokta, yukarıda bahsettiğimiz gibi, bu tanımın kendi başına bile sınırlarını çizdiği alana dahil olmasında yatıyor. Şiirsel bellek bize anlatılırken aslında beynimizde depolanmaya geldiği yeri de anlatıyor. Bu zaten başlı başına bir deha ürünü olmakla beraber şiirsel belleğin alametifarikası kesinlikle bu değil. Şiirsel belleği bu yazının konusu yapan detay, bu kavramın hayata anlam katıyor olma potansiyelinde saklı.

Şiirsel bellek bugün sıradan bir insanın hayatına anlam katma potansiyeline sahip çünkü hayat deneyimimiz her geçen gün küçülüyor. Dünya her gün büyüyor ve kendimizi ifade edebileceğimiz alanlar artıyor olsa da bu artış, kendimizi ifade ediyor olmanın değeri konusunda karşılık bulamıyor. Bundan kaynaklanan asimetri -oldukça birinci dünya bir problem de olsa- varoluşsal sancılar dediğimiz şeyi oluşturuyor. Ve varoluşsal sancıların oluşturduğu boşluğu kapatmak için şiirsel bellek ortaya bir imkan sunuyor. Bu imkan ise hayatın tanımı değiştirmekten ve şiirsel belleği beslemekten geçiyor.

Çünkü şiirsel bellek, eğer hayatımızı güzel anılar toplama çabası olarak yorumlarsak, bu güzel anılara bir amaç katıyor. Aynı zamanda da bu çabayı çok daha çekilebilir kılıyor. Aslında yaşamayı bir çileden, hâlâ zorluklarla dolu ama ânın değerini görebileceğimiz bir maceraya çeviriyor. Ve bu macera insanın estetik olarak kendini ifade edebileceği bir ortam yaratma konusunda elimizdeki en iyi araç. Çünkü saf insan ilişkilerinden ve içsel dünyadan değer alıyor. Ve her şeyin bir şekilde sınıfsal olduğu bir düzende ayrım gözetme konusunda çok daha yumuşak.

Milan Kundera belki de bu yüzden yaptığı tespitlerle seneler sonra hala değer görüyor. Belki de bu yüzden var olmaya “katlanılamaz bir hafiflik” atayabiliyor ve bu cüretin arkasında duruyorken zorlanmıyor. Ve bu yüzden belki de filozofların yıllardır çözemediği anlamlar konusunu bir edebiyatçı estetiğiyle sonlandırıyor.

Kaynakça

1-Carlisle, Olga, “A Talk With Milan Kundera” 1985, https://www.nytimes.com/1985/05/19/magazine/a-talk-with-milan-kundera.html.

2-Salmon, Christian, “Milan Kundera, The Art of Fiction No. 81” 1984, https://www.theparisreview.org/interviews/2977/the-art-of-fiction-no-81-milan-kundera.

Fotoğraf: https://medium.com/@alanalves_69870/the-best-books-i-read-in-2017-and-what-i-learned-from-them-3c5e97e630c6

-Utku SOYGAN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir