Bu yazıyı şu an okurken anlıyor musunuz? Anlama direkt işleve geçti mi? Yazılan her bir kelime, zihninizde bir karşılık buluyor ve size bir bilgi sunuyor. Her kelimede o kelimenin bilgisi zihninizde tezahür ediyor. Bilmek belki de elinizde olmadan gerçekleşiyor. Gariptir ki bazen de ne kadar istesek de bazı şeyleri anlamakta zorlanıyoruz. Bilmek, isteği çoğu zaman dışlıyor. Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da her şeyi fazlasıyla anlamanın bir hastalık olduğundan bahseder. Eğer anlama, isteğimiz dışında gerçekleşiyorsa bu gerçekten bir lanet olabilir mi? Herhangi bir nesneye baktığınızda onun hangi renk olduğunu anlamanız için bir işlem gerçekleştirmeniz gerekmiyor. Beyninizde direkt bu bilgi canlanıyor. İşte 17. yüzyıl filozoflarından İngiliz filozof John Locke, felsefesinde bu konulara insanın anlama yetisi üzerinden yeni bir bakış açısı getiriyor.
Deneycilik akımının önde gelen isimlerinden olan Locke ile birlikte, bilginin kaynağında akıl önemini kaybeder. Bilmenin nasıl gerçekleştiği ve sınırlarının ne olduğu yeniden çizilir. Locke’un felsefesini özellikle bu noktadan kurmaya başlamasının bir sebebi vardır. Bir sürü şey hakkında düşünebiliriz. Felsefenin özü de düşünmektir zaten. Ama düşünmeye başlamamız gereken ilk nokta, neyi ne kadar düşünüp ne kadar anlayabileceğimiz olmalıdır. Locke bunun farkındadır. Bir şeyleri anlama yetimin nasıl çalıştığını ve sınırlarını bilmezsem üzerinde düşündüğüm şeyleri gerçekten anlayabilip anlayamayacağımdan nasıl emin olurum? Belki de asla anlayamayacağım şeyler üzerine düşünüyorumdur çünkü anlamak, yapmaya çalıştığım şekilde gerçekleşmiyordur. O zaman yapılması gereken şey anlama melekemin nasıl çalıştığını, sınırlarını; bir şeyleri nasıl bildiğimi öğrenmek olacaktır.
Locke çıktığı bu yolda öncelikle rasyonalistlerin yani akılcıların savunduğu zihinde doğuştan önermeler olduğu görüşüne karşı çıkar. Doğuştan önermelerin var olması demek doğuştan ideaların var olduğunu gösterir. Locke’a göre ise bu yanlıştır. Bizde doğuştan idealar olması mümkün değildir. İdea ise Locke’un kullanımına göre “zihnin dolaysızca algıladığı şey”, “her ne olursa olsun düşündüğümüz sırada zihnimizi meşgul eden şey” olarak karşımıza çıkar (Didier, 2019: 16). Bir bilgi bizde doğuştan bulunamaz. Meşhur Tabula Rasa (Boş Levha) fikri buradan gelir. Locke zihnimizin dünyaya geldiğimizde tamamen boş bir levha gibi olduğunu savunur. Bizde doğuştan yerleşik olarak bulunan idealar yoktur.
Öncelikle Locke, bir önermenin herkes tarafından kabul edilmesinin onun doğuştan olduğuna kanıt teşkil ettiğini reddeder. Genel kabul hiçbir şeyin doğuştanlığını kanıtlamaz (Locke, 2013: 72). Bir şey ne ise odur veya aynı şeyin hem olması hem de olmaması mümkün değildir gibi önermeler, herkesin zihninin anında onayladığı önermelerdir ama bu onları yine de doğuştan yapmaz. Bunların zihne kazınmış halde bulunuyor olması mantıksızdır. Bu noktada Locke’un verdiği örnek çocukların ya da zeka kıtlığı bulunan insanların bu önermelere yönelik en ufak bir anlayışı ya da düşüncesinin bulunmadığıdır. Eğer bu önermeler zihnimizde doğuştan var olsaydı küçücük bir çocuğun dahi zihnindeki bu önermeyi algılıyor olması gerekirdi. Zeka kıtlığı bulunan insanların ya da küçük çocukların uslarını kullanamadığı için bu önermeleri algılayamaması gibi bir ispat da geçersizdir. Usun kullanılmaya başlamasıyla zihinde kazınmış olan bu önermelerin direkt gün yüzüne çıkması gibi bir olay da yoktur çünkü çocuklar bu önermeleri anlamaya başlamadan önce birçok şeyi anlar ve uslarını kullanır. Bu da us kullanılmaya başladığı anda bunların ortaya çıktığını söyleyen görüşü yanlışlar. Buna cevap olarak “Önerilme ve anlaşılmayla birlikte hemen onaylama onların doğuştan olduğunu gösterir.” diyenlere karşı Locke, hemen o zaman binlerce doğuştan önerme olduğunu söyleyecektir. Çünkü “siyah beyaz değildir”, “üç artı beş yedi eder” gibi onlarca önerme de önerildiği ve anlaşıldığı takdirde direkt onaylanır. Bu sefer de bu gibi önermelerin ilksel, doğuştan olduğu söylenen aynılık ve çelişmezlik ilkelerinin bir örneği olduğunu söylerseniz eğer, Locke size genel önermedense örneğinin çok daha önceden kabul edildiğini gösterir. Çoğu insan aynılık ve çelişmezlik ilkelerini bilmese dahi “siyah beyaz değildir” gibi benzer önermeleri algılayıp onaylar. Bu da o genel önermelerin ilksel olmadıklarını ve zihinde bulunmadıklarını ispatlar. Peki nasıl oluyor da o zaman zihin kendisine sunulan bir önermeyi direkt kavrayıp onaylayabiliyor ya da direkt kavrayıp da mı onaylıyor acaba? Ki bu çoğu matematiksel önermeler için de geçerli. İki artı üçün beş olduğunu direkt onaylıyoruz. İşte bu noktada Locke’un anlama yetisinin sınırlarını çizdiği yere giriş yapıyoruz.
Locke, insanın bilgisinin ve ondan türeyen gereçlerinin temelinde deneyin yattığını düşünür. Eğer üstteki bazı önermeleri ele alırsak “siyah beyaz değildir” önermesinde mesela siyahın ve beyazın ne olduğunu bilmeyen biri bu önermeyi onaylayabilir miydi? Hayatında hiç siyah veya beyaz deneyimlememiş birinin zihninin bu önermeyi hemen onaylaması mümkün değildir. Bunun gibi verilecek onlarca örnek bize zihnin bilgiyi deneyimle elde ettiğini gösterir. Hepimizin bildiği doğuştan kör bir kişiye renkleri anlatabilmenin mümkünatı sorusu burada canlanır. Siz doğuştan kör bir kişiye kırmızı rengi ile alakalı tüm bilgileri verin. Rengin bilimsel boyutundan nesnelerdeki deneyimsel boyutuna karşı her şeyi bilsin o kişi. Şimdi mucizevi bir şekilde bir anda görmeye başladığını ve önüne hemen kırmızı düz bir levha konulduğunu hayal edin. O kişi kırmızı hakkında tüm diğer girdileri almış olduğu halde kırmızıyı hiç tecrübe etmediği için karşısındaki levhanın rengi hakkında bir fikre sahip olamayacaktır.
Peki sadece düşüncede bulunan şeylerin bilgisi bizde nasıl vardır? Düşünce edimlerimizin bilgisi somut olarak deneyimlenmeyen şeylerdir ancak biz bunların bilgisine de sahibizdir. Burada bahsetmemiz gereken şey, Locke’un bilginin kaynağına deneyi yerleştirdikten sonra yaptığı sınıflandırma ve bu konudaki felsefesidir. Duyularımız önce duyulur tikel nesnelere yönelirler ve bu nesnelerin, kendilerini etkilemesinin değişik yollarına göre zihne, şeylerin birçok seçik algılarını iletirler (Eren, 1999: 18). Zihnimizin nesnelerden ve dış dünyadan aldıkları bilginin ilk kaynağını oluşturur. Bilginin ikinci kaynağı ise zihnimiz dış dünyaya yönelirken onun bunu yapmasını sağlayan çeşitli edimler üzerine yapılan bir deneyim, gözlemdir. Zihin kendi eylemleri üzerine bir düşünüm, refleksiyon gerçekleştirerek belirli idealara, bilgilere sahip olur. Bu bakımdan aslında bu bilginin kaynağı da iki şekilde deney olarak düşünülebilir. Birincisi, zihin düşünce edimlerini şeyler üzerinde gerçekleştirir. Yani zihnin bu edimlerini gerçekleştirebileceği bir şey olmasaydı o zaman bu edimlerin imkanı da kısmen olanaksızlaşırdı. Zihin düşünürken bir şeyi düşünür. Daha sonra o şeyi düşündüğü üzerine bir refleksiyon gerçekleşir. Yani bir şey düşünülmese bir şeyi düşünmeyi düşünmek de düşünülemezdi. Önce zihnin edimini gerçekleştireceği şey var olmalıdır. Şey deneyimlenirken ortaya çıkan edim üzerine refleksiyon ise bize bu edimin bilgisini verir.
Böylece deney bilginin kaynağı konumundadır aslında. Aynı zamanda düşünüm yani refleksiyon da bir nevi düşünce edimleri üzerine bir gözlem olarak onları kendine dönüp deneyimlemektir. Yani burada da bilgi deneyden gelir. Locke bu ayrımı yaptıktan sonra ideaları önce elde ediliş şeklinden kaynaklı basit idealar olarak ele alır. Daha sonra ise zihnin, kendi gücünü kendi basit idelerine uygulamasına aracılık eden eylemleri, karmaşık ideaları, bağıntı idealarını ve genel ideaları basit idealar üzerinden açıklar.
Kaynakça
1-Didier J. (2019). John Locke Monografi, çev. Atakan Altınörs, İstanbul, Pinhan Yayıncılık.
2-Eren I. (1999). Locke ve Hume’da Bilginin Kaynağı Problemi, U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 1.
3-Locke J. (2013). İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, İstanbul, Kabalcı Yayıncılık.