Felsefi Histeri: Toplum Sözleşmesi

/ / SİYASET BİLİMİ

İnsanlık olarak ortak biçimde kabul ettiğimiz şeylerin sayısı oldukça az. Bunların pek çoğu da makul uzlaşılar aslında. Mesela hepimiz hemfikiriz ki insan öldürmek kötüdür, yavru kediler iyidir ve rap müzik haddini aştı. Ancak sanırım tüm bu uzlaşılar arasında en delicesi devletlerin veya diğer üst güçlerin varlığını kabul etmemiz. Hatta bu histeriye öyle inanarak ve kuvvetlice devam ediyoruz ki hayal gücü biraz fazla gelişmiş filozofların uydurduğu hayali bir sözleşme ile devletlere meşruluk atıyoruz. Bu yazının devamı da bu tamamen hayali bir kavram olan “Toplum Sözleşmesi” ile ilgili olacak.

Toplum sözleşmesi politik felsefenin en çok üzerinde durduğu konulardan biridir. Hobbes ve Rousseau muhtemelen bu alandaki fikirleri en çok bilinen iki filozoftur. Peki toplum sözleşmesi nedir? Toplum sözleşmesi en basit tabiriyle insanların karşılıklı olarak bazı haklarından vazgeçerek beraber yaşama halini nispeten huzurlu hale getirmelerine yarayan, tamamen farazi bir kontrattır. Fakat bu cümleyi anlayabiliyor olmak için içerisinde geçen hak kelimesini daha iyi kavramamız gerek. Günümüzde hak dediğimizde aklımızda oldukça kapsamlı bir liste oluşuyor. Kesinlikle birkaç yüzyıl öncesine kıyasla daha kapsamlı bir liste hem de. Ancak daha da eskiye, devletler öncesine gidersek, o zaman hakların bir sınırı olmadığını görürüz. Birkaç bin yıl öncesinde insanları vergi ödemeye ya da sınırlara itimat etmeye iten bir güç yoktu. Basitleştirmek gerekirse, toplum sözleşmesi benim seni öldürme hakkımdan feragat etmem karşılığında senin de beni öldürme hakkından feragat ediyor olmanı istiyor ve bunun aklı başında her rasyonel insanın yapacağı bir tercih olacağını öngörüyor. İlerleyen kısımlarda buraya tekrar döneceğiz çünkü bu muğlak bir tanım.

Öte yandan insanlara en vahşi ve en temel içgüdülerini bir kenara bırakmalarını gerektiğini ve artık hiç imzalanmamış bir kontratın tarafı olduklarını söyleyip de hiç sorun çıkmamasını beklemek, en çılgın filozofun bile savunabileceği bir olasılık değil. İşte burada karşımıza devletlerin payı çıkıyor. (Şaşırtıcı değil çünkü yeterince politik felsefe okursanız, konu bir noktada devletlere gelir.) Peki devletler ne yapıyor? Örneklendirmemiz gerekirse, devletsiz zamanlarda yaşadığımızı ve benim bir portakal bahçem olduğunu hayal edin. Tesadüfe bakın ki sizin de bir elma bahçeniz var. Hatırlarsanız toplum sözleşmesi ile birbirimizi öldürme hakkımızdan vazgeçmiştik. O halde insan ırkının öldürmekten sonra en sevdiği ikinci şey olan ticaret ile uğraşıyor ve ürünlerimizi takaslıyor olduğumuzu varsayabiliriz. Problem şu ki, elbet bir gün bizden daha güçlü, daha kalabalık ya da daha iyi silahlı bir takım insanın dikkatini çekiyor olacağız. Bu insanlar bizden haraç kesmeye geldiğinde onlara bir Hobbes alıntısı yapmak muhtemelen başarılı bir meşru müdafaa yöntemi olmayacaktır.

O halde ne yapabiliriz? Devlet denen bir kurum oluşturmak ve onun hukuk denen bir kurallar bütününü sisteme katması sonucu, belki portakal ve elmalarımızı eli silahlı bu diğer insanlara vermek zorunda kalmam. Ancak başa dönüyoruz, sizden haraç kesen insanlara bir kanun maddesini okumak en fazla Hobbes okumak kadar başarılı olabilir. Çözüm? Devlete yetki verelim ki kendi kolluk kuvvetlerini oluşturup, bu haydutları yakalayıp, kanunları uygulasın. Oldukça etkili gözüken bir sistem ancak büyük bir açığı var. Artık devlet polisler ve hakimler çalıştırmak zorunda. Dolayısıyla kaynağa ve bu kaynağı temin edebileceği bir yola ihtiyacı var. Ockham’ın Usturası burada da çalışıyor diyebiliriz. Polise ve hakime ihtiyacı olan insanların portakal ve elma bahçesi var. Yani ihtiyaç olan tüm kaynak hazır. İronik olarak, bahçelerinizi haraçtan kesmek için kurulmasına rıza gösterdiğiniz yapı şimdi ürünlerinizden pay istiyor. Değişen tek şey ise haraç kelimesi yeterince afili olmadığı için vergi

kelimesiyle değişti. Tabii ki, devlet dediğimiz yapı muhtemelen kendi halindeki “vahşi” insanlardan daha tehlikesiz ve belli kurallara uymaya daha teşne. Yani yokluğunun getirdiği problemler, varlığının getirdiği komplikasyonlardan daha ciddi. Ve var olması gerekiyor ise en azından insanların rıza gösterdiği haklarla var olması yozlaşma ihtimalini azaltıyor. Bu durumda deli politik filozoflarımız o kadar da haksız olmayabilir, tamamen kişisel yargılarla değerlendirmeye açık bir konu. Ancak toplum sözleşmesi hala beraberinde bir “rıza” tartışmasını getiriyor.

Sıradan insanlar olarak toplum sözleşmesine tam olarak nerede rıza gösteriyoruz? Doğarak olduğunun iddia edildiği oldu. Ama bu varsayımın pek çok sorunu olduğu da kesin olarak. İlk olarak, hiçbirimiz doğmayı seçmiyoruz. Ebeveynlerimiz bir dizi karar veriyor ve biz bilinçsizce ortaya atılıyoruz. Ve ortaya atıldığımız andan etrafımızı saran onlarca kural oluyor. Aynı zamanda toplumsal sözleşmenin kanıtlamaya oldukça vakit harcadığı gibi, dünya kurallar olmadan kötü bir yer ise bana önerilen her şeyi kabul etmek zorunda kalıyor olabilirim. Açık denizde boğulan birini geminize alma karşılığında yaptığınız hiçbir kontratın ne ahlaki ne de hukuki açıdan geçerliliği olamaz.

Belki doğduğumuz yerden taşınmayarak tüm bu kurallara rıza veriyoruzdur? Daha makul ancak yine de problemli. Köklü bir taşınma dünyadaki insanların pek çoğu için ulaşılamaz derecede külfetli ve diğer üst erklerin seni sistemlerine dahil edeceğine dair bir garanti yok. Ayrıca bana dayatılan kurallara itiraz edebiliyor olmamın tek yolu bir daha asla annemi göremeyecek olmam ise elim kolum bağlı demektir. Çünkü bir otoritenin içinde doğarak, o otoritenin içinde yaşayan pek çok insanla derin ve anlamlı bağlar kuruyorum. Bu bağlardan vazgeçmek bir insan için asla kolay olamaz.

Peki oy vermek ya da devlet hizmetlerini kullanmak? İlk olarak, oy vermek kesinlikle verimli bir iş değil. Bireysel olarak ortaya çıkarabileceğim etki oldukça düşük. Bunu göz ardı edip oy versem bile, kaybeden tarafta olabilirim. Hatta kazanan tarafa oy veriyor olsam bile bunu ehven-i şer’i tercih ediyor olmak için yapıyor olabilirim. Bu kadar verimsiz bir iş söz konusuyken oy vermek makul bir rıza gösterme yolu olamaz. En saygın liberal demokrasilerin bile düşük seçim katılımlarında olması tesadüf değil. Devlet hizmetlerini kullanmak ise yine başka bir zorunluluk durumu. Devletin polisinden yardım almama karşılığında bu hizmetten feragat etmem mümkün değil. Mümkün olsaydı bile pek çok hizmetin alternatifi yok. Örneğin tüm otoriteler şiddet kullanma hakkını tekel olarak elinde bulundurmaya çalışır. Alternatifini kullanamam. Kullanabiliyor olsaydım dahi, bu üst erk kullanmak istemesem bile hizmetleri karşılığı kaynaklarımı elimden zorla alıyorsa, alternatifini karşılayamaz durumda kalabilirim. Bu zorluklar altında bir rıza göstermemden bahsedilemez.

O halde başladığımız yerdeyiz, toplum sözleşmesi makul bir vatandaşın neye rıza göstereceği üzerine bir varsayım. Muhtemelen en iyi çalışan tanımı bu. Sonuçta her makul insan yaşama değer verir ve bunu korumak için öldürme hakkından feragat eder. Hakları bu kadar yüzeysel sınırlandırdığımızda bu mantık gerçekten de kusursuz çalışıyor. Problem ise gerçek hayatın çok daha karmaşık olması. Uyuşturucu kullanmak hakkında herkesin bir konsensüsü yok. Bu konudaki kanunları belirlemek çok daha zor. Belki argümantatif sebeplendirmelere bağlı kalarak minimum haksızlıkla işleyen bir sistem yaratılabilir. Her şeye rağmen bu sistem bile oldukça öznel olur ve içinde yaşayan herkesi memnun etmesi imkansız bir durumda kalır.

Toplum sözleşmesini makul ve işleyen bir teori mi? Bunun cevabı da tamamen o kurallara bağlı yaşayan herkes için değişken. Değişken olmayan şey ise, insanların alternatifini yaratamadıkları fikirler konusunda, ne kadar defolu olursa olsun, bir hayli ısrarcı olması.

 

Kaynakça

1- The Social Contract: A Critical Study of Its Development- J. W. Gough
2- “Social Contract Theory – Internet Encyclopedia of Philosophy

 

-Utku SOYGAN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir